"Bir kurban kasesinin dibinden yukarıya doğru sarhoş edici bir içkiyle ya da kanla yavaş yavaş dolması gibi, insanların ruhlarından anılar yükseldiğinde, katı bir dindarlık ezeli olanın tohumuna kucak açtığında, ana özleminin eski simgeleri yeni ve heyecanlı ürperişlerle sardığı ve hacı kafilelerinin ilkbaharda seller gibi akıp kabararak Ana Tanrıça’nın tapınaklarına koştukları bir çağda geçer öykümüz… Kahramanlarımız ise “yaşları ve kastları pek farklı olmayan ama yaradılışları bakımından tamamen farklı iki gençtir... Şridaman ve Nanda: İki can dostu. Öyle bir dostluktur ki bu, birinin diğerinden almaya çalıştığı benlik ve sahiplenme duygusu farklılığına dayanır. “Çünkü benlik ve sahiplenme duygusunun vücuda girmesi ayrışmayı, ayrışma farklılığı, farklılık kıyaslamayı, kıyaslama tedirginliği, tedirginlik şaşkınlığı, şaşkınlık hayranlığı yaratır; hayranlık ise değişme ve birleşme isteğini yaratır."
Şridaman bir tüccar oğludur, zarif, kibar ve entelektüeldir. Nanda ise yakışıklı, şen şakrak bir halk çocuğu. Her ikisi de birbirini merak ederek, anlamaya çalışarak dostluklarını ilerletirler. Ta ki Ana Tanrıça’nın güzelliğini bedeninde taşıyan Sita’yla karşılaşana kadar. Sita’nın talibi Şridaman olur ve kısa sürede, Nanda’nın da aracılığıyla, kocası. Ancak burada insanlık trajedisi kurmalı bir saat gibi işlemeye başlar. Nanda ve Şridaman Tanrı Şiva gibi tek bir varlık değildirler, ayrı ayrı özellikleri, farklı benlikleri ve bedenleri vardır. Bu bölünmüşlük birer dost olarak bir araya geldiklerinde ortadan kalkıp yaşamın keyifli akıcılığında bütünlük bulurken, olağanüstü kalçalarıyla hayatlarına giren Sita’nın yanında tedavi edilemez bir hastalığa dönüşür. Kadın, onların parçalanmışlıklarının altını çizer sanki. Sita, akıllı ve zarif kocası Şridaman’ı da, ortak dostları erkek güzeli, güçlü ve saf Nanda’yı da aynı şekilde arzulamaktadır. Seçim yapma şansı ise yaşadığı çağda hiçbir tanrıça kızının olmadığı gibi Sita’nın da yoktur.
Bu üç arketipsel kahraman beklendiği üzere bir yolculuğa çıkarlar ve yolculukları üçünün de yazgısını değiştirmeye muktedirdir. Zira bilindiği üzere, edebiyatta yol, yaşamın ve yazgının ta kendisidir. Yol, onları Ana Tanrıça’nın tapınağına getirdiğinde, Şridaman ve Nanda arka arkaya başlarını gövdelerinden ayırarak kendilerini Tanrıça’ya kurban eder, yaşamlarına son verirler. Ancak büyük oyunda, ölüm de dahil olmak üzere, insanın öziradesine yer yoktur. Ana Tanrıça, Sita aracılığıyla onları yeniden yaşama döndürür. Ancak arzunun hem nesnesi hem de öznesi olan Sita, erkeklerin başlarıyla gövdelerini eskisi gibi birleştiremez. Kahramanlarımızın ikinci yaşamlarında başlarıyla gövdeleri yer değiştirmiştir; Nanda’nın kafası Şridaman’ın gövdesine, Şiridaman’ın kafası ise Nanda’nın gövdesine aittir şimdi ve her ikisi de Sita’ya sahip olduklarını iddia etmektedirler. Akıl mı söz sahibidir yaşamda, yoksa beden mi? Sağduyu mu geçerlidir, yoksa güdüler mi? Sita, Nanda ve Şridaman, üç zayıf, sıradan varlık yaşama dair verilmesi gereken en temel soruyu cevaplamakla lanetlenirler. Tıpkı hepimiz gibi…
20. yüzyılın en büyük yazarlarından biri kabul edilen Thomas Mann, Değişen Kafalar ile bir efsaneden yola çıkarak nefis bir mitolojik Hint fantezisi yaratmıştır. Kurguladığı atmosfer ve sorduğu sorular ile her ne kadar mitolojik olsa da verdiği cevaplar, ortaya koyduğu çelişkiler bugün hala insanlığın zihnini kurcalamaya devam eder. Bu nedenledir ki, Mann, hem geçmişe, hem kendi çağına hem de bugüne uzanmayı başarır. Oryantalizmden uzak biçimde Doğu felsefesini ve kültürünü algılaması ve bu algılayışla onu Batının roman sanatının içine yedirmesi ise bugün hala yazarlığı ve kişiliği üzerinde yürütülen tartışmalara ışık tutacak niteliktedir şüphesiz...
Thomas Mann, “Değişen Kafalar”ı 1940 yılında yazar, yani tam altmış beş yaşında. Onun erken olgunlaşmış bir yazar olduğunu, bugün klasikler arasına giren “Buddenbrooklar”ı henüz yirmi beş yaşındayken yazdığını ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü 1929 yılında aldığını düşünürsek, “Değişen Kafalar”ın her anlamda bir olgunluk eseri olduğunu söyleyebiliriz. Romanın sonlarına doğru yazdığı cenneti arama sahnesi de Mann’ın yaşama, edebiyata ve insanlığa dair geliştirdiği bilgeliğin bir izdüşümü değilse başka nedir? “Önlem, yoksunluk ve vazgeçiş, biz insanların ortak yazgısıdır. İsteklerimiz sınırsızdır, bunları karşılama olanaklarıysa son derece sınırlı. İnsanın ‘keşke olsaydı’ biçimindeki isteği, sonunda ‘olmaz ki’ yanıtına ve yaşamın ‘bu kadarına razı ol’ diyen kuru öğüdüne çarpar. Yaşam bize bir şeyler sunar, ama pek çok şeyi de esirger. Bugün bizden esirgenen şeyin, yarın bize sunulacak olması, genellikle bir düş olarak kalır. Bir cennet düşü- bu düşte birbirinden çok farklı olan yasal ve yasak olan şeyleri birlik içinde olmaları, güzel olan şeyin yasaklanmasının, izin verilen şeiyn bir de yasak olanın çekiciliğini kazanması, ancak böyle bir düşte mümkün olabilir. Yoksa yoksunluk içinde yaşayan insan, cenneti gözlerinde nasıl canlandırabilirdi?”
Yeni yorum gönder