Marguerite Yourcenar, beni uzun öykülerin ve kısa romanların, novellaların tutkunu yapan yazar… İnsan ruhu üzerine yapılan incelikli derin kazıların, hayata dair zarif ve doygun duruşların yazarı, bütün bunları kelimelerle, öylesine sade, çıplak denecek kadar sade kelimelerle var eden, onlarda arayan, kim bilir zaten varoluşunda bulduğu o içselleştirilirmiş büyüleyiciliği edebiyata taşıyan, edebiyatta yaratan… “Bir Ölüm Bağışlamak”, onun belki de en şahane novellalarından biri, şimdi yine Hür Yumer’in şahane çevirisiyle Türkçede.
Kuzeydeyiz, Baltık Denizi civarında Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği, Kızıl ordunun ilerlediği, Beyaz Ordu’nunsa ona karşı direndiği tarihlerdeyiz. Hikayenin geçtiği mekanın adı Kratoviçe, mekan ve adı önemsizmiş gibi görünse de aslında tam tersi, çünkü yazarın dediği gibi tragedyalar sanıldığının aksine dekorlarına bağlıdır, ve çünkü okuduğumuz hikaye tam bir tragedya…
Üç insan, Eric, Sophie ve Conrad, Kratoviçe’de savaşın yiyip bitirdiği, yorduğu, yaşlandırdığı, tükettiği topraklarda, ilk gençlik yıllarında da birlikte oldukları, birlikte büyüdükleri malikanede yan yanalar. Yan yanalar ama savaş çoktan büyütmüş herkesi, Conrad hasta, Sophie Eric’e sırılsıklam aşık, Eric’se en yakın arkadaşının kardeşine bakmayı kendine yetiremeyecek kadar yetişkin, kafası karışık. Eric, bir türlü sevemiyor Sophie’yi, belki de sevemediğini sanıyor ama fena halde yanılıyor. İşte “Bir Ölüm Bağışlamak” bir yanıyla bu yanılgının trajedisi.
Yourcenar, bu hikayeyi birinci şahısta, başkahramanın yani Eric’in ağzından yazmış. Anlatanın kendisi ile, kendisini anlatırken oluşturduğu imaj arasındaki kopukluk, yazarın da belirttiği üzere o karmaşık sevgi-nefret ilişkisinde ortaya çıkıyor en çok. Ve işte bu kopukluk anlatıyı trajedi haline getiren bir diğer unsur.
Tabii bir de tehlike var. Ortada hayatların ve ruhların içinde durmaksızın gezen bir savaş var… Sophie, her şeyiyle erilleşmiş bir dünyada, kadın olmaya, kadınlığını bulmaya çalışıyor. “Sophie benimle aynı yaştaydı; bunu o zaman düşünmeliydim; fakat gelişkin görünmesine rağmen, beni en çok etkileyen ondaki o örselenmiş toyluk olmuştu. Yüz hatlarının nobranlık ve çaresizlik yönünde derinleşmesi, sadece iki savaş yılının işi olamazdı. Üstelik ilk balosuna gidecek yaşta, yaylım ateşi tehlikesine, anlatılan ırza geçme hikayelerinin korkunçluğuna, bazen açlığa, çoğu zaman da boğucu sıkıntılara göğüs germek zorunda kalmıştı. Bir yandan Riga’lı yeğenlerinin evlerinin duvarı önünde kurşuna dizilmesi, öbür yandan gençkızlık hayallerinden bunca farklı manzaralara alışmak için gösterdiği gayret, gözbebeklerinin acıyla kocaman büyümesine yetmiş olmalıydı...” Bu anlamda bir adak gibi sunuyor kendini Eric’e, ancak savaşın sonu yok ve kapıları dişil duygulara tamamen kapalı, sadece hep daha fazla kan istiyor. Bununla defalarca yüzleşmek durumunda Sophie ve nihayetinde bu eril dünyada kendi kurallarıyla oynamak üzere başka bir yol çiziyor benliğine. Aşkın insana kendini unutturan, olmadığı bir şeye dönüştüren yüzünden umudunu kesince Eric’i ve kardeşini bırakıp Bolşeviklere katılıyor, bu kendi ölümünü seçmek anlamına gelse de… Kendi ölümünü aşık olduğunun elinden beklemek tutkusuna boyun eğmek, yaşamı bir uğursuz kehanete bağlamak Sophie’nin seçtiği kader oluyor. Her trajedi, bizzat seçilen kaderlerin hikayesidir zira, bu hikayede de kader değişmiyor.
Marguerite Yourcenar, gerçekte yaşanmış bir olaydan yola çıkarak kurguladığı “Bir Ölüm Bağışlamak”ın siyasi belge değeri için değil, insani belge değeri için yazdığını söylemiş. Belki ondan böylesine sarsıcı, çarpıcı, böylesine şahane oluşu… Ne de olsa çoğu zaman, ne mutlu ki cesur niyetler kalemleri oynatıyor…
Yeni yorum gönder