Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge'de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, geçmiş zamanın kendisinden çok yokluğunun önemi üzerinde durduğunu söyler. Tanpınar’da geçmiş, aradıklarımızı yerlerinde bulamadığımız için çeken bir şeydir bizi. “Varlığa, zenginliğe dönüştürülebilecek bir kayıptır bu, güzel bir dile tercüme edilecek bir kayıp.” Selim İleri de öyle gelir ki bana Tanpınar gibi zamanı arayan, güzel bir dile tercüme edilecek o kaybın peşinde koşan yazarlarımızdandır. Tanpınar’dan farkı ise geçmişi, kayıp zamanı, eşyadan, mekandan ziyade edebiyattan, romandan, edebiyatçıların anlatılarından, anılarından, kısacası ama gerçek ama kurmaca, Tanpınar gibi yazarların imgelemlerinden çıkarmaya çalışan bir yazardır. Olağanüstülüğü biraz da buradan gelir. Tanpınar’ın durup geçmişe baktığı yer yoktur çünkü İleri’nin dünyasında; kaybolan şeyin bugüne dair bir varlığa, zenginliğe dönüştürülecek hali kalmamıştır; geçip giden zamanı işaret eden uzamı, içinde yaşadığı çağ, sistem, kültür çoktan çekip almıştır ayaklarının altından ve ona işte belki de bu yüzden sade ve sadece sözcükler kalmıştır.
İstanbul Mayısta Bir Akşamdı… Kitabın ismini birkaç kere tekrarladım içimden görür görmez. Bir şehrin varlığını güzel ya da anlamlı kılan kelime -di’li geçmiş zamanda kullanılıyorsa eğer dedim, durdum, iç çektim… Ben bir yana, Selim İleri de en az İstanbul’un varlığı kadar derin bir iç çekiyor zaten İstanbul Mayısta Bir Akşamdı'da. İstanbul’un bahçelerini, Boğaz’ını, mutfaklarını, evlerini, köşklerini, izbelerini, sokaklarını, kahvehanelerini, asma altlarını, Boğaz köylerini, gazinolarını, hatıralarını dolaşıyor. Kolay mı İstanbul’un dününde dolaşmak, “bahar çiçeklerinin erken dökülmesine çok üzülünülen” bir düne, rantın başımızdan aşağı boca ettiği demir filizlerinin altından bakmak...
Bizim İstanbul'umuz bitti ama...
Okumaya gönlü dayanmazken okurun, Selim İleri durmaksızın yazıyor ama. Yaşadıklarını, anılarını ona anlatılanlara, okuduklarını hissettiklerine karıştırarak anlatıyor. Kimler yok ki İstanbul okumalarının içinde. Abdülhak Şinasi’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Samiha Ayverdi’den Muazzez Tahsin Berkant’a, Halide Edip Adıvar’dan Nezihe Meriç’e, Yakup Kadri’den Peyami Safa’ya, Füruzan’dan Sevim Burak’a, Melih Cevdet Anday’dan Kemal Tahir’e, Sait Faik’e, Peride Celal’e, Mehmet Rauf’a, Orhan Kemal’e… Pek çok yazarı, onların anlattığı, yaşadığı, hissettiği İstanbul’u anlatıyor, bu İstanbul’da dolaşıyor İleri. Doğrudan doğruya İstanbul romanlarını anımsatıyor mesela, Mehmet Rauf’un Eylül’ü, Peyami Safa’nın Yalnızız’ı gibi. Ya da Reşat Enis gibi unutulmuş İstanbul romancılarından söz açıyor. Füruzan’ın, Sevim Burak’ın, Muzaffer Buyrukçu’nun tam bir İstanbul öykücüsü olduklarını anımsatıyor. Kimilerinin içine dalıyor, kendi deneyimlerini, hatıralarını da işin içine katarak ve buralardan kısacık İstanbul hikayeleri çıkarıyor, kimini söyleyip geçiyor. İstanbul, bizim İstanbul’umuz kültürel olarak, mimari olarak, yaşayış olarak bitti, bitiyor belki ama İleri’nin kaleminde onun için yazılanlar ve yaşananlar da bitmiyor.
“O bir rüya yalnızlığının insanıdır.” Böyle diyor Selim İleri Abdülhak Şinasi için, Abdülhalk Şinasi’nin Boğaziçi Mehtapları'ndan söz ederken… Abdülhak Şinasi bir rüya yalnızlığının insanıysa, Selim İleri de öyle değil mi diye düşünüyorum kendi kendime. O, Boğaziçi Mehtapları'nı yazan yazarı düşünürken biz, Abdülhak Şinasi’yi ve şimdi olmayan Boğaziçi’ni düşünen Selim İleri’yi düşünüyoruz. İkisi de rüyalı, ikisi de kuşkusuz bu anlamda yalnız, hüzün dolu ve bir başına…
Selim İleri İstanbul Mayısta Bir Akşamdı ile edebiyatın, edebiyatçının hem yaşadığı hem kaybettiği zamandan, hem var olduğu hem de kendisiyle birlikte sonsuza dek dönüşüp yok olan mekandan ayrıştırılamaz ruhunun çok etkileyici, çok kimlikli bir portresini çıkarıyor bize. İşte tam da bu yüzden Selim İleri’yi okudukça nostaljik bir dekor olmaktan çıkıyor bizim imgelemimizde İstanbul’un geçmişi. Artık bir zamanlardaki varlığından şüphe duyduğumuz, gerçekten de öyle miydi acaba, diye kendimize sorduğumuz, sorduğumuz anda da unuttuğumuz bir şey olmaktan çıkıyor şehir. Selim İleri’nin varlığı, dili, düşünüşü, kalemi şehrin üzerine çöken unutuş, kaybediş, boş veriş, o kahredici dönüşüm ve beyhudelik dolu sisi, sis ne kelime zifti, en kalınlaştığı yerden deliyor. Ve ne kadar hüzünlüyse, ister istemez o kadar da ümit veriyor.
Ümit dolu bir sonbahar
Beş bölümden oluşuyor İstanbul Mayısta Bir Akşamdı. “İstanbul Sonsuz Şehir”, “İstanbul’da Edebiyat”, “Gelmez Günler”, “Unutulmayanlar”, “Mutfaktan”. Gelmez Günler’den ümit dolu bir sonbahar anlatımıyla bitirelim:
“Bitsin, hayırlısıyla bu beyhude sonbahar! diyen Yahya Kemal ne kadar umutsuzdur! Bazı günler dilimden düşmüyor bu dize. Sonra Ahmet Haşim’in ‘Sonbahar’ına sığınıyorum. ‘Sonbahar’da düşüncelere, duyumsayışlara dalıp giderek de olsa yaşama isteği vardır. Haşim’in hastalıkla birdenbire yaşlanışın, ölümü bekleyişini görkemli bir kederle anlatan Abdülhak Şinasi, bir yandan da kendi orta yaşının kaygısıyla hayata tutunmak ister. Karşı yakadan Kadıköy’üne gelip gidişler ortasında vapur, görünüm, Sarayburnu, İstanbul’un o zamanki eşsiz silüeti, deniz havası, güvertede oturuş hiç değilse küçük gencelişler sağlar. (…) Yahya Kemal’in bir an önce bitmesini istediği sonbahar mı? Yaşamak isteğiyle her sabah yeniden donandığım hayat, hayatta kalmak mı? İkisi arasında gidip geliyorum… Attila İlhan’la noktalayacağım: ‘İstanbul ve sen / ikinizden kalanlar / tekrar tekrar ısrarla yaşayıp durduğum’…”
* Görsel: Memduh Kuzay
Yeni yorum gönder