“Yasalar terörü reddetmemeli; böyle bir taahhütte bulunmak kendini kandırmak, aldatmak olur; bu, hiçbir şekilde yan çizmeye veya süslemeye kalkışılmaksızın, belirgin bir biçimde, prensip olarak belirtilmeli ve meşrulaştırılmalı. Terörle ilgili madde mümkün olduğunca kapsamlı formüle edilmeli, çünkü terörün pratikte uygulanma koşullarını sadece devrimci adalet bilinci ve devrimci vicdan belirleyebilir.” Terör. Dışarıdan bakıldığında yıkım ve kaosu ifade eden o meşum kelime… Peki ya içeriden bakıldığında? Bir şeyleri düzeltmek, yeniden yapmak için ihtiyaç duyulan yıkım ve kaosa ne demeli?.. İçindeki yaratıcı ve yıkıcı güçle aynı anda mücadele eden insanlık henüz bir orta yol, bir uzlaşı bulabilmiş değil. Yukarıda alıntısını yaptığım Lenin’e bakacak olursak da artılarla eksiler birbirini götürüp duruyor. Evet, terörü yok saymak mümkün değil ama adalet bilinci ve vicdan, kavramsal olarak o kadar muğlak ki, kavramların uçuşan eteklerinden tutup ayaklarını yere bastırmak, onlara gündelik hayatın zeminine uygun adımlar attırmak çok zor görünüyor. Sözü özgürlüklerden açtığımız anda, sınırlara gelip dayanıyoruz ister istemez. Yakma, yıkma, yok etme, öldürme sözcüklerinin yanına özgürlük sözünü getirmek, o kadar da ileri gitmek, elbette istemiyoruz. Başkalarının özgürlüğü, başkalarının ahlakı ve vicdanı önümüze çıkıp durduruyor bizi. Ama durmayanlar da var, biliyoruz. Yıkım, kaos, terör, adına her ne dersek diyelim, içimize işlemiş, onu ötekileştirdiğimiz ölçüde güçleniyor, gölgesi ömrümüze, hem kişisel hem de toplumsal tarihlerimize düşüyor.
Adını İyi Terörist koymuş Doris Lessing. Terör duygusunu ötekinin gözünden anlatmayı reddetmiş çünkü. Bir ya da birkaç insanı, yaşadıkları şehrin içinde bir bomba patlatmaya, hem kendi hayatlarına hem de başkalarının hayatlarına kastetmeye götüren o duygusal ve fiziksel zinciri anlatmak istemiş. 2013 yılında kaybettiğimiz Lessing’in kadın kahramanlar yaratmayı sevdiğini biliyoruz. İyi Terörist’in kahramanı Alice de, küçük bir komünist örgütün üyesi. İçinde yetiştiği burjuva değerlerle ideolojisi arasında gidip gelen bir kahraman gibi görünüyor ilk bakışta. Sığındıkları bir işgal evini yaşanılır kılmak, onu güzelleştirmek, onun için güç ve emek sarf etmekle devrimcilik yapmak arasında bir uçurum olabilir mi? Yoksa devrim dediğin şey, önce kendi hayatından, yaşadığın yerden mi başlar? Lessing’in hikayesinin merkezine evi koyması boşuna değil. Ev, hem mülkiyetçi burjuva değerlerinin bir temsili hem de psikanalitik olarak benliğin simgesi. Üstelik toplumsal cinsiyet açısından da kadınlığın, kadın cinsinin yeri. Alice “ev”le, kendisiyle, devrimci ideolojisiyle ve burjuva eğilimleriyle didişip duruyor roman boyunca. Onarılması gereken tavan kirişlerinden bağlanması gereken elektrik sistemine, komşuların rahatsız olduğu çöplerden yıkanması gereken halılara, ev dallanıp budaklanarak şehre, topluma, düzene bağlanıp duruyor. Alice’in yıkmak istediği düzene, yıkmak için bombalamayı, insan öldürmeyi göze aldığı toplumsal sisteme bağlanıyor her şeyiyle…
Oysa Alice’in ruhunu iyileştirmek için evi, yaşadığı yeri iyileştirmesi gerek; polisin, belediyenin, sosyal güvenlik sisteminin gözlerinden, dikkatinden kaçmak için evi sisteme uydurması, yasal bir hale getirmesi gerek. Bütün bunları halletmek için ise paraya, çoğu zaman reddettiği burjuva ailesinin parasına ihtiyacı var. Ne kadar çelişkiye düşerse düşsün Alice, evden, evin gereklerinden uzaklaşamıyor, yoldaşlarının ve kendi benliğinin eleştirel, onaylamayan bakışları altında evi yeniden inşa etmeye devam ediyor. Varlığı, büyülü bir şekilde sanki tüm benliği o eve bağlıymış gibi; o ev yıkılırsa kendi de yıkılacakmış gibi yaşıyor. Ne olursa olsun işleri hale yola sokmaya çalışıyor.
Bir çelişkiler yumağı
Alice’in ona hiç dokunmayan eşcinsel sevgilisi Jasper da tıpkı ev gibi kahramanımızın çözmesi gereken bir çelişki yumağı. İçindeki bastırılmış cinselliğin, ideolojik sebeplerin gölgesinde kalmış doğal arzuların, toplumsal cinsiyet kavramının bir simgesi olarak işleniyor roman boyunca. Lessing kadına dair, cinsel, toplumsal, vahşi, ehlileştirilmiş, hiçbir an’ı sorgulamaktan geri durmuyor.
Alice’in üyesi olduğu küçük komünist topluluk o yıllarda iyiden iyiye etkin olan IRA’ya katılma noktasında. IRA’ya katılmak demek daha aktif bir devrim yoluna girmek, militan olmak, hadi adını koyalım, terörist olmak demek ama. İş ister istemez devrimci adalet noktasına, devrimci vicdana gelip dayanıyor. Dostları için endişelenen, iyi yürekli, adalet duygusu gelişmiş, iyi ahlaklı bir insan nasıl terörist olabilir? Onu, insan hayatını yok etme anına hangi olaylar ve düşünceler silsilesi getirebilir? İyi Terörist, bu soruların peşinde dönüp duran bir roman. Bu soruların peşinde dönüp dururken aynı anda hayata, insana ve kadınlığa dair anlam arayışını sürdürmeyi de ihmal etmiyor. Kendini hiçbir zaman bu şekilde tanımlamasa da ya da herhangi bir tanımlamaya sığdırmasa da, Lessing’in Marksist feminist aktivist bir yazar olduğu malum. İşte sırf bu nedenle bile, İyi Terörist’in Lessing’in külliyatında yerinin ayrı olduğunu söyleyebiliriz. Lessing, hem kendi kimliği hem de politik düşüncelerine dair son derece cesur bir iş yapıyor, bir derin düşünce romanı ortaya çıkarıyor.
Ancak bir yer var. Gelişmiş bir ülkedeki toplumsal, devrimci duyarlıkla bizim gibi bir ülkenin devrimci duyarlığı arasında beliren o çok derin uçurumdan, o yerden söz ediyorum. Alice’in gündelik hayata dair bazı endişeleri, öfkesi, isyanı, mücadelesi, çabası; buradan, bu ülkeden, bu zamandan bakınca kimi yerde çocuk oyuncağı gibi görünüyor, insanın ister istemez içini sızlatıyor.
2007 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan; 94 yaşında hayata veda edene kadar yazmayı sürdüren; bir ömrü roman, çizgi roman, libretto, makale, şiir, öykü ve anılar yazarak geçiren Doris Lessing, İyi Terörist’le aynı anda Türkçeleşen Anılar adlı otobiyografisinde, “Olaylara gerçekten eylem ve ivme kazandıran insanlar tarihlerin dışında bırakılmıştır ve bunun nedeni belleğin kendi başına onları dışlamaya karar vermesidir,” diyor. Çünkü, yazara göre olaylara asıl neden olan kişi, kaba bir hayvandır. İnsanın içinde yaşayan, öteki demeyi tercih ettiğimiz kötülüğü içinde fazlasıyla taşıyan, onu, o kötü hayvanı dışarı çıkarandır. Ve dolayısıyla da hafızanın derinliklerine itilen, bile isteye unutulandır… Ama yazarın, edebiyatçının işi ne? Unutulanı hatırlamak, üstü kapatılmaya çalışılanı kurcalamak, yeniden ortaya çıkarmak, eleştirinin merkezine gerekirse bizzat kendini, kendi varlığını koymaktan başka…
Görsel: Can Çetinkaya
Yeni yorum gönder