“Yalnız başına maceraya çıkma riskine girmememize gerek yok çünkü tüm zamanların kahramanları bizim yerimize bunu yapmışlar. Labirent baştan sona biliniyor. Tek yapmamız gereken kahramanın izlediği yolu izlemek. Nefreti bulmayı beklediğimiz yerde Tanrıyı bulacağız. Bir başkasını öldürmeyi düşündüğümüz yerde kendimizi öldürmüş olacağız. Dış dünyaya seyahat etmeyi düşündüğümüz yerde kendi varlığımızın merkezine geleceğiz. Yalnız olduğumuzu düşündüğümüz yerde tüm dünya bizimle gelecek.” Kahramanın yolculuğu üzerine sarfedilmiş bu sözler mitolojinin babası Joseph Campell’a ait, ama pekala Hacı Bektaş tarafından söylenmiş de olabilirdi...
Hacı Bektaş “Hafız’ın Yolculuğu”nun kahramanı, daha doğrusu hikayenin anakahramanı Hafız’ın diğer yüzü, yol göstericisi, iz sürücüsü... Konya’da kurduğu tekkeden bir süreliğine ayrılıp tesadüfen karşılaştığı Hafız’la birlikte aslında sadece kendi içlerine doğru yaptıkları bir yolculuğa katılıyor. Bir yolculuğun yoldaşı, yol göstereni Hacı Bektaşi Veli olunca da, görünüşte incecik akan ancak inanılmaz derinliğe sahip bir nehre benzeyen, etkileyici bir okuma deneyimi bekliyor demektir bizleri.
Yolları bir kervansarayda kesişir Hafız’la Bektaş’ın. Ününü, yardımseverliğini duydukları Hatem Tai’yi görmek üzere birlikte yola koyulurlar. Hafız’ın zannettiğinin aksine Bektaş, Hatem Tai’nin mutsuz, yakınları tarafından kıymeti bilinmeyen bir adam olduğunu öngörmektedir. Bektaş’ın gerek Hatem Tai, gerek diğer karşılaştıkları insalar ve olaylar hakkındaki öngörülerinin birer birer doğru çıkmasıyla ilerlerler. O, yolu da, yolculuğun getireceklerini de daha yola çıkmadan bilendir. İyilikle kötülüğün hep iç içe olduğu, siyasetçilerin ayak oyunlarının hiç bitmediği, dostların çöldeki seller gibi ruhu hep yarı yolda bıraktığı, devlet yönetimi denen şeyin akla sığmayan adaletinin her defasında tekrarlandığı, Mecnun’un Leyla’yı sevmekten vazgeçip kendini bilimsel araştırmalara verdiği bir yolculuktur bu. Yani bir anlamda gerçek hayatın ta kendisidir.
Yolculuğun sonuna doğru Bektaş, Hafız’a aslında bütün bunları görebilmek için yola da yolculuğa da ihtiyacımız olmadığını anlatmış olur. “Merak, tutkuların belki de en çabuk eskiyenidir: Yolcunun zihnini kısa süre sonra tek başına işgal etmez olur ve yolcu, vatanının kıyılarını düşlemeye başlar, aradaki mesafenin ne kadar büyük olduğunu görür ve içinde yaşadığı o mutlu gün, çevresini saran yabancı manzaraya ışık tutmaz olur(...) İçinde yaşadığım zamanın önüne geçip, gelecek zaman içinde yaşamaya sakın kalkma! Fırat’ın sularında yıkanan şu insanlar bak: Akıntıya nasıl olsa gelecek olan sulara karşı yüzmek için kendilerini zorlamıyorlar; önceki sular gibi, o suların da gelip geçmesini bekliyorlar.” Kahramanın yolculuğunu neredeyse kutsallaştıran Batı kaynaklı edebiyatın aksine, yolculuğun sonunda, aslında yola çıkmanın bile gerekli olmadığını Doğu düşüncesinden, Hacı Bektaş’tan başka kim söyleyebilir ki bize...
“Hafız’ın Yolculuğu”, dil ve tarih üzerine araştırmaları olan, Slav arkeolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Polonyalı bir yazarın, Jan Potocki’inin, kaleminden çıkma bir kitap. Birbirinden bağımsız da okunabilecek kısa öykülerin, kıssaların bir toplamı olan bu çalışmada, aslında kendisi de bir tür gezgin olan ve hem Avrupa’yı hem Doğu’nun önemli şehirlerini gezen yazar, doğası gereği masalsı, şiirsel ve son derece çekici bir doğu öyküsüne çekerken bizleri, hikayenin ardındaki derinliği de vermeyi başarıyor.
“Hafızın Yolculuğu”, son derece akıcı dili, derinlikli anlatımı ve özellikle kısalığı ile özellikle okumaya vakit ayıramamaktan şikayetçi okurlar için biçilmiş kaftan. Ve elbette haftanın en şahane kitabı...
Yeni yorum gönder