"Her kitabın kendi kaderi vardır." Türk edebiyatının büyük yazarlarından birinden işittiğim bu sözü zaman zaman hatırlarım. Doğru söze ne denir? Kimi zaman çeviri kitaplar için bile böyle olabildiğini düşünürüm. İşte Silo da bana bu kaderi düşündüren kitaplardan biri. Hugh Howey’nin kaleme aldığı, dünyada ve özellikle Amerika’da çok sevilen, çok tartışılan Wool Serisi’nin ilk kitabının Türkçeye çevrilme tarihi öyle karanlık bir tesadüf ki, romanı ait olduğu tür olan bilimkurgu gibi okumayı imkansız kılıyor!
Silo, karanlık bir distopyanın adı. Ya da başka bir deyişle, hikayemizin kahramanlarının yaşadığı post- apokaliptik dünyanın adı... Çok çok uzak bir gelecekte, dünya atmosferi kimyasal savaşlar ve çevre kirliliği yüzünden zehirli gazlarla kaplanmış durumda. İnsanlar yerin içinde, yeryüzünün derinliklerine doğru inen bir Silo’nun içinde kurallar, yasaklar ve yalanlarla dolu bir hayat sürüyorlar. En-derin’de madenciler, mekanikçiler; onların üzerinde çiftçiler, En-tepe’de Silo’nun yöneticileri ve tam orta katlarda ise daha sonradan bu dünyayı esas yönetenlerin yaşadığını anladığımız IT bölümünde çalışanlar var. IT, yani bilgisayar sunucularının olduğu katlar, yani Silo’nun beyni…
Silo’nun en-tepesi yeryüzüyle sıfır noktasında. Ve yeryüzü buradan birkaç ekran aracılığıyla izleniyor. Manzara, yıkık dökük bir şehirden görünen parçalar, gri bir atmosfer, çorak topraklar ve yıllar içinde temizliğe giden Silo insanlarının cesetleri… Evet temizliğe gidenlerin cesetleri… Silo’nun içinde yaşayanlar için en büyük suç dışarı çıkmak istemek ve bunu dile getirmek. Bu en büyük suça verilen en büyük ceza ise, dışarı çıkıp ekranları temizlemek ve zehirli atmosferin etkisiyle 20 dakika içinde ölmek. Peki yirmi dakika içinde öleceğini bile bile bir insan Silo’dan neden çıkmak ister? Ya, bir insan onu cezalandıran bir yerin ekranlarını neden siler?
Evet, bu iki sorunun peşine düşen ilk kahramanımız Silo’nun şerifi Holston. IT bölümünde çalışan karısının bir takım verilere ulaşması nedeniyle, kendi isteğiyle temizliğe gönderilmesinin ardından, karısının ve ulaştığı bilgilerin peşine düşüyor Holston. Ve dışarısının onlara yüzlerce yıldır anlatıldığı gibi olmayabileceğini fark ederek karısı gibi yine kendi isteğiyle temizliğe gidiyor. Kaderi zannettiğinin aksine karısınınkinden pek farklı olmuyor ama. O da çıkar çıkmaz bir heves ekranları temizliyor ve 20. dakika içinde ölüyor. Holston’un yerine gelebilecek şef için Başkan ve şef yardımcısının en-derine yaptıkları yolculuk başlıyor sonra. Başkan’ın yolculuğu hem kendi yaşamıyla hem de Silo’nun hikayesiyle yüzleşmeye dönüşüyor kısa bir süre içinde. Ve bizi esas kahramanımız olan Juliette’e götürüyor.
Gereğinden fazla sorgulayan bir pislik
En-dipte yaşan mekaniker Juliette gönülsüzce de olsa Holston’un yerine geçecektir. Ancak şefliği hem kısacık birkaç gün sürer hem de kendisini ne olduğunu anlayamadan temizliğe, yani ölüme gönderilirken bulur. Başkan ve şef yardımcısı gizemli bir şekilde öldürülmüş, IT bölümünün şefi kontrolü tamamen eline geçirmiştir. Ona göre Juliette de diğerleri gibi içinde bulunduğu dünyayı gereğinden fazla sorgulayan bir çapak, bir pisliktir, temizlik şarttır. Ancak Juliette’in kaderinde diğerlerinden farklı bir şey vardır. Ve bu farklılık yaşadığı Silo’nun kaderini de etkileyecektir, hem de sonsuza kadar.
Hikayenin devamını açık ettiği sırlar nedeniyle fazla deşmeden devam edeyim. Son yirmi yılın en iyi bilimkurgu eserlerinden biri sayılıyor Wool serisi. Otoriter ve baskıcı bir yönetim altında yaşayan insanları yönlendirme sanatını ele alırken, sistem dediğimiz şeyin insan aklının ürettiği sorularla nasıl pek çok yerinden çatlayıp bir süre sonra da yıkılmaya mahkum olduğunu ima ediyor hikayemiz. Neden, diye soran biri varsa eğer etrafta en güçlü iktidar bile bu soruya dayanamıyor, yani düşüncenin ve özgürlük arzusunun önüne geçilemiyor. Neden, sorusunu silmeye çalışmak ise insan zihnini yok saymaktan geçiyor ancak ve yönetmek istediğiniz şey bir insan topluluğu ise düşünen aklı yok etmeniz imkansızlaşıyor. Tabii bir de insanın içinden takvimlerle, hesaplarla, çekilişlerle sökülüp atılamayan, geleneklerle her zaman mücadele eden aşk duygusu, bu türden bütün sistemlerin kör noktasını oluşturuyor.
Silo, ne kadar karanlık bir dünyayı anlatıyor olsa da, felsefi temeli ile biraz önce de söylediğim gibi insan aklını, ruhunu, özgürlük ihtiyacını temel izlek olarak alan bir roman. Serinin bu ilk kitabında Howey, elbette ki kurduğu dünyanın bütün sırlarını ifşa etmiyor, okurun aklına takılan bütün soruları yanıtlamıyor. Seri’nin en zayıf noktası da bu kanımca. Okur için bir süre sonra soruların yanıtlarını merak etme duygusu, soruların öneminin önüne geçiyor. Kısacası bu anlamda felsefi temeli biraz havada kalıyor. Ancak serinin diğer kitaplarını okumadan bu tespitimde çok da ileri gitmek istemem doğrusu.
Yarattığı atmosfer, kurgusu, dili, akıcılığı ile kendini okutturan, soluk almadan okutturan Silo’nun Ridley Scott tarafından sinemaya uyarlandığını da söylemeden geçmeyeyim. Romanın “gerçek” uyarlamasının ise bugünlerde tam da bizim içimizde yaşanıyor olduğu duygusu, baskıcı iktidarlara karşı mücadele veren toplumlara sesleniyor olması ise cabası! Kim bilir belki de bu kadar çok sevilip okunuyor olması da , işte bu “cabası” kısmıyla ilgili bir şeydir.
Fotoğraf: Jason Myers
Görsel: Justin Fields
Gözden kaçmıştır. Tekrar yollayabilir misiniz? İlginize teşekkürler. - SabitFikir
Bu yazı için geçen haftalarda yazdığım yorum neden yayımlanmadı????
Yeni yorum gönder