Kozalak, çamları dolayısıyla adayı getirirdi de aklıma, insanı getirmezdi hiç. Kozalağın ait olduğu yerden mecbur kopup düşen, yaşamına düştüğü yerden devam eden, göz göz açılıp yemişini, meyvesini veren insan ruhu olduğunu, kozalakların da bir yaşamı olduğunu Sema Aslan, yazıyor… Bu yıl parlak, verimli, insanı edebiyata umutla bağlayan ilk romanlar yılı olsa gerek. Sanırım beklenen oluyor ve çalakalem, roman olsun diye yazılıp ortalığı dolduran, kirliliğe yol açan, edebiyatı istila eden roman furyası yavaş yavaş yerini dilde, hikayede yetkin; edebiyat tutkusuna, söz ve ses arayışına bağlanan yeni ve sonuna kadar muhalif bir yazar kuşağına bırakıyor. Ne güzel oluyor… Sema Aslan da, ilk romanı Kozalak'la, kozalakların dile gelmiş ruhuyla edebiyatın içinde işte kendine böyle bir yer açıyor.
Kozalak, temelde bir ailenin hikayesi. Aile her anlamda toplumsal bir dramdır ya, Kozalak'ın ailesinin de işte böyle bir dramın merkezinde dönüp duran bir hikayesi var. Önce ailenin kızının diline, içine kulak veriyoruz. O adsız sansız, iyi ev kızı, iyi eş-iyi ev hanımı-anne, “yıllar boyu ar etmiş, konuşmamış” kadın; çok iyi bildiğimiz, tanıdığımız yok-kadınlardan biri. Emniyet mensubu babası ve güçlü karakterini kocası aracılığıyla silen annesinin yanında, kayıp abisinin uzağında, ailevi ve toplumsal baskıların tam ortasında yaşanan bir kadın hayatı... İşte o silik, o derin sese kulak veriyoruz evvela. Hayırlı bir kısmetle başgöz edilip, hiç sevmediği ve sevemeyeceği bu hayırlı kısmetten bir oğlan çocuğu doğuran ve böylelikle ailevi bir laneti devamettiregelen bu kahraman, ataerkinin doruk noktasında kadınların ne olduğunun dramatik bir simgesi. Tıpkı annesi Çiçek gibi… Babasını, kocasını, oğlunu anlatıyor. Onlardan geriye kendine ne kaldıysa onu anlatıyor, daha doğrusu, sözünü arıyor.
Toplumsal cinsiyet kavramıyla sınırları iyice belirlenmiş erkek dünyasının tek erkeği ise Paşa. Daha doğrusu Paşa denilen adam. Baba, dede, koca, teşkilatın ve devletin vücut bulmuş hali… Uçkuruna sağlam bir toplum yaratmak için ant vermiş, doğacak her kız çocuğuna iffet, her erkeğe mert denecek bir yapı için bahis tutmuş, bir adam. Ama heyhat, önce oğlu, sonra torunu bu hayali toplumu zehirleyen ucubelerden biri olup çıkıyor işte. O, travesti, transeksüel denen 'yaratıkları' temizlemeye çalışıp travesti-transeksüel cinayetlerini çözmeye uğraşırken, ailesinin erkekleri bir bir dökülüyor. Kadınları ise bu işe ortak oluyor. Aslında romanın sonuna atladık bütün bunları söyleyerek ya, Sema Aslan’ın izlediği yol da buna benzer. Bir baştan, bir sondan, kahramanları ve kahramanlarının algıları aracılığıyla gidip geliyor hikaye içinde, hikayesini bir dantel gibi örüyor.
Romanın ikinci bölümünde L. çıkıyor karşımıza, kadın kahramanımızın oğlu Bedir’in Dolunay’a dönüşmüş halini anlatıyor, onun Dolunay halini arayan bir gazeteci-anlatıcı’ya. L’.nin cüretkar, alaycı ve saldırgan dilinde erkekten kadına dönüşmüşlerin dünyası beliriyor söz söz, cümle cümle. Dolunay’ın, Mıstık’ın, Şafak’ın gizemleri çözülür gibi oluyor, yeni sırlarla, yeni yokluklarla beslenerek tabii.
Ve Paşa. Paşa’nın hikayesinde, dramların en büyüğü netleşiyor beklediğimiz üzere… Romanın başından itibaren kurduğu düzeni değiştirmiyor Aslan ve Paşa’yı da bir anlatıcı-kadın aracılığıyla konuşturuyor. Ancak Paşa’nın dili o kadar baskın, o kadar durdurulamaz ki, anlatıcısının dilini bile susturmayı başarıyor sanki yer yer. Ataerkinin içinde erkeğin eli, dili, beli nasıl baskınsa öyle işte... Buradaki, ve romandaki belki de tek sorun Paşa’yı anlatan kişinin kim olduğunu bilmememiz. Daha önceki anlatıcılar kahramanlara bir şekilde yakınken ya da hikayeye dahilken Paşa’yı anlatanı tanımıyor oluşumuz sona doğru hikayenin ayağını biraz yerden keser gibi oluyor. Ancak, yine de özdeşim kurmakta zorluk çekmiyoruz. Burada
o kadar içselleşmiş bir eril dünya ki söz konusu, onu artık okur da anlatabilirmiş, hepimiz yazabilirmişiz gibi geliyor. Zaten, ilk bölümde Paşa’yı durmaksızın hikayeler anlatan baba olarak tanımamız da bu düşünceyle birebir bağdaşıyor. Sema Aslan’ın kahraman erkeği kahraman kadını gibi söz aramıyor kendine, dünyayı sözlerle sınırlamış çoktan, kendi hikayelerini bitimsiz anlatmaya koyulmuş, gibi görünüyor.
Bedir nasıl Dolunay oldu? Bu soru ekseninde Sema Aslan aile kurumunu da, toplumsal cinsiyet düşüncesini de ta içeriden ateşe vermiş, diyebilirim. Dilin bölünmüş, yaşama damgısını vuran yönünü de edebiyat aracılığıyla kurcalayan yazar; kadın dilinin sezgilerden, düşlerden, sayıklamalardan ibaret yapısı ile erkek dilinin başat, baskın ve tüm dünyayı kapsayıcı kurgusu arasındaki o tekinsiz alan içinde, bir ilk romandan beklenmeyecek yetkinlikte, yürümüş. Devam etmesini diliyoruz.
Yeni yorum gönder