Tesadüfen tanıdığımız yabancı birinin içinden geçen kötü bir his olabilir mi hayatımız? O kadar basit, tekinsiz ve beyhude olabilir mi hani; içinde ne yapacağımızı bilemediğimiz, bu kıymetli, neredeyse yaşamaya kıyamadığımız güzelim hayatımız? Ben, senin içinden geçen bir kötü his, cansıkıcı bir cümle olabilir miyim sadece ve o cümlenin içinde başlayıp bitebilir miyim? Kulağa hem romantik hem de tekinsiz geldiğinin farkındayım. Ama edebiyat, içinde hapsolduğumuz tek şeyin dil olduğunu bize bildirmekle kalmaz, bu evrenin hem sınırlarını çizmeyi hem de sınırları zorlayıp yıkmayı almıştır üzerine. Bu durumda, hem gerçeği hem yalanı aynı anda içerebilir, canı isterse de tek cümleden ibaret bir hayat hikayesini önce yazıp sonra yerle bir edebilir. Yo, deneysel bir metinden söz etmiyorum aslında. Yeni tür gerçekçi bir metin var elimde sayfalarını çevirdiğim. Gerçekçi, dokunaklı ve edebiyatın oyuncu yapısını çok iyi özümsemiş bir novella: Genç bir İngiliz yazar olan Alison Moore’un kaleminden çıkma, Işıklı Ev.
“Senin de bazen içine bir şeylerin ters gideceğine dair bir his doğuyor mu?” diye soruyor Carl. Birkaç saat önce İngiltere’den Avrupa’ya geçen feribotta tanışmışlar, güvertede tekrar karşılaşınca kahramanımız Futh, Carl’ı yol üzerindeki evine bırakmayı teklif etmiş, o kadar. Carl’ı evine bırakıyor, annesinin metazori ikram ettiği kurabiyelerden yiyor ve tatiline başlamak üzere harekete geçiyor Futh. Karısından yeni ayrılmış, karısı ve hayatı tarafından terk edilmiş, sıradan, silik, öylesine bir adamın tatili bu. Futh yakışıklı değil, yetenekli değil, içinde parlayan hayat enerjisi olduğu bile şüpheli. Babasının doğduğu yere yakın bir yürüyüş güzergahı üzerinde, uzun orman ve kır yürüyüşleri yapacak bir hafta boyunca. Sonra da yeni hayatına, yeni kiralık evinde, açılmamış kolilerinin arasına onları tek tek açmak için dönecek, o kadar… Kahramanını sevmeyen yazarlar olabilir. Her yazar, başkarakterini sevmek, koruyup kollamak zorunda değildir. Moore’un da Futh’u sevmediğini hemen her satırda hissedebiliyorsunuz, onun sıradanlığını, yüzeyselliğini, haydi açık açık söyleyeyim, sıkıcılığını kendi de sevmiyor, okura da sevdirmiyor. Futh’un neden terk edildiğini hemen kavrayabiliyor ve karısının ondan nasıl da sıkılmış olabileceğini derinden hissedebiliyoruz. Fakat kahramanı okura sevdirmekten daha zor bir şey yapıyor yazar, sevilesi olmayan bir kahramanın hikayesini, merak edici ve okunası kılıyor. Başlangıçta bunu yazarın sade ve akıcı diline yoruyoruz, hikaye ilerledikçe ise atmosfer yaratmadaki becerisi, kurgudaki yeteneği giriyor işin içine.
Futh’un hikayesi çıktığı yolculuğun başından itibaren çözülmeye, derinleşmeye başlıyor. Yolculuğun ilk durağında karşısına çıkan Ester novellanın diğer kahramanı. Futh’un başlangıcı değil belki ama sonu olacak. Her cümleye sirayet eden gerilim unsurunun da kaynağı Ester. Bu gerilimin merkezinde, cinsellik var elbette. O, kadının, terk eden annenin, terk eden eşin, çevresindeki herkesi, en başta da kendisini aldatan, aldanan geçkin kadının temsili. Menekşeli kokusu, gereğinden çok sarartılmış saçları, modası geçmiş kıyafetleri ve hareketleri Futh’un takıntılı hayatının karanlığına taşıyor bizleri.
Kara deliğe dönüşen imgeler
Işıklı Ev’in hikayeyi sürükleyen en güçlü imgesi kuşkusuz ki deniz feneri. Futh’un annesine hediye edilen aile yadigarı bir gümüş parfüm kutusu, annesinin o şişeden yayılan menekşe kokusu, Futh’un babasının terk edilmeden önce söz ettiği deniz feneri, Ester’in ahşaptan yapılma deniz feneri kutusu… Hepsi roman boyunca, Futh’un yürüyüp geçtiği yollarda sürekli tekrar eden imgenin hikayeye yayılmış göstergeleri. Işıklı Ev’de, bir şeyin, ışıklı, yol gösterici bir anlam taşıyorken, insanın kişisel hikayesinde nasıl uğursuz bir noktaya, bir tür kara deliğe dönüşeceğinin etkileyici bir simgesine dönüşüyor deniz fenerleri. Kahramanımızın babasının da dediği gibi “Fener her üç saniyede bir çakar ve elli kilometre uzaktan görülebilir. Sisli havalardaysa sis düdüğü kullanılır.” Ancak ne var ki “deniz feneri inşa edildikten sonra bile gemiler karaya oturuyordu.” Alison Moore’un Işıklı Ev’i, bu bağlamda bir insanın nasıl karaya oturduğunun etkileyici bir hikayesi.
Futh, Avrupa’da dolaşıyor, hissiz, kişiliksiz otel odalarında uyuyor, ait olmadığı doğanın içinde geziyor. Ailesinin köklerine, çocukluğunun, ilk gençliğinin ve en az diğerleri kadar kötü yetişkinliğinin anılarına takılıp takılıp düşüyor. Zaman geçiyor, anılar bulanıklaşıyor, ailesinin pek çok üyesi ölüyor, hayatına girmiş hemen her insan hayatından çıkıyor, ama cebindeki deniz feneri onun sonunu görmeden kaybolmamaya kararlı görünüyor. Çünkü hayatta iyi olan ne varsa zamanla unutuluyor ya, uğursuz hatıralar, uğursuz anıları yaşatan eşyalar bedenle bir bütünmüş gibi var olmayı sürdürüyor. Uğursuz eşyalar, kokular ve hayatın kırılma noktalarında söylenmiş, bir daha hiç tekrarlanmaması gereken cümleler.
Işıklı Ev, tekinsiz, merak uyandırıcı bir hikaye ama kesinlikle boğucu değil, kötücül ama ümitli demek daha doğru olur belki de. Geçtiğimiz ay burada bolca yer ayırdığımız, edebiyatta yükselişe geçen novella türünde yazılmış, güncel, şahane bir örnek. İnsan ruhunun derinliklerine insanı kayırmadan inebilen, kötülüğü kavrayacak kadar gerçekçi, gerçeğin tesadüflerden ibaret olduğunu bilecek kadar sezgisi kuvvetli, yaşadığı zamanın ve mekanların birey üzerindeki etkisini ihmal etmeyen bir roman. Çağdaş dünya edebiyatını takip etmek isteyenlere…
* Görsel: Erhan Cihangiroğlu
Yeni yorum gönder