Rüzgar pencerelerin içlerinde, kapıların eşiklerinde inliyor, kurtlar uluyor gecenin en karanlık yerine doğru, ay ışığının soğuğunda kanat izleri görülüyor, uzaklardan tekinsiz kanat sesleri yükseliyor ve Kont Dracula yürümeye başlıyor en zayıf, en biçare, en korkunç rüyalarımızın içinde… Çünkü kötülüğü iyiliğin içinden, insandan ve tanrıdan ince ince ayırıyor Batı düşüncesi, kötülük insan kılığındaki bir tanrıya dönüşüyor. Her tanrının en az bin yüzü vardır. Şeytan doğdukça, yüzünü arıyor. Şeytan yeni yeni yüzler edinmeye doymuyor. Şeytan işte sırf bu yüzden korku edebiyatını yaratıyor... Şeytan Kont Dracula’da kendini buluyor... Dracula gece, Dracula kan ve şehvet… Kapkara, geceden de kara pelerininin içinde o incelmiş zarif zevklerin, dünyevi ve maddi hırsların timsali, Dracula eski gece dininin en güçlü kalıntılarından biri... Ve yazıldığı günden itibaren onu bizden, onu içimizden söküp atacak biri ya da birileri henüz dünyaya gelmedi.
Aslında yeni bir Dracula hikayesinin yanı sıra bir kez daha basılmış Dracula. Ancak hikayenin kendisi o kadar çekici ki. Kendimi yeniden Bram Stoker’ın hikayesinin içinde buluyorum, bu hikayeye doğru tekinsiz bir şekilde çekildiğimi hissediyorum. Yazıldığı günden bugüne gerçek bir efsaneye, modern bir mite dönüşen Kont Dracula’yla zayıf ve iyi olduğunu zanneden bir ruh olarak yeniden yüzleşiyorum.
Hikayeyi Kont Dracula’nın Transilvanya’daki malikanesine iş dolayısıyla mecburi bir ziyarete giden genç avukat Jonathan Harker’ın günlüklerinden ve mektuplarından okumaya başlıyoruz. Özel bir müşteriye özel bir iş için gönderildiğini düşünen Harker’ın huzuru daha o meşhur şatoya varmadan kaçıyor. Geçtiği yerlerdeki insanlar, Harker’ın gittiği yeri anladıklarında, dillerini bilmese de ona çeşitli korunma büyüleri ve tılsımları vererek, çoğu zaman da bu gidişi engellemeye çalışarak Transilvanya’daki yolculuğu huzursuz bir beklentiye dönüştürüyorlar. Ve malumunuz, hiç de haksız çıkmıyorlar. Harker, kurtların çılgınca ulumaktan ve etrafta gezenlere saldırmaktan vazgeçmediği bir gece vakti, tam da mayısın on dördünde varıyor Drakula’nın şatosuna. Aziz George gününün arifesinde, yani saatlerin gece yarısını gösterdiğinde dünyadaki tüm şer güçlerinin ortaya çıkacağı anda…
Şato, tekinsiz, kasvetli, eski ve yalnız. Kont Dracula ise bir erkeğin yakışıklılığının, kültürünün, zenginliğinin ve zarafetinin korkuya dönüşmesinin kıyısında. Sadece geceleri yapılan toplantılar, kilitli odalar, uçuruma açılan kapıları ve pencereleriyle, bu şatoda kısa süre içinde Harker bir tutsak olduğunu anlıyor. Ancak çözmesi gereken önemli bir başka sorunu daha var: Nasıl bir şeytani oyun içinde olduğu… Kont Dracula Transilvanya’yı ve kendi kimliği içinde var ettiği bu şatoyu terk edip Londra’ya taşınmak niyetinde. Kötülüğünü ada ülkesine yaymak üzere… Aslında bu, Kont Dracula’nın olduğu kadar Harker’ın da hem kendini hem de doğup büyüdüğü toprakları kurtarma kudretini gösterip gösteremeyeceği üzerinde gidip gelen bir hikaye.
Tabii şer güçlerin söz konusu olduğu her hikayede olduğu gibi bolca kadın kahramanımız da var. Harker’ın nişanlısı Mina, onun sevgili dostu Lucy ve Harker’ın şatodaki varlıklarını dehşetle tespit ettiği üç güzel vampirella… Dracula büyük ve dehşetli bir fırtınayla varıyor İngiltere’ye. Ve kara, korkunç bir tesadüf sonucu Harker’ın nişanlısı Mina ile Lucy’nin çok yakınında bir yerlere… Lucy’nin gece yürüyüşleri onu şer güçlerle tanıştırıyor ve etraftaki tüm doktorların tanı koymakta zorlandıkları bir hastalığın pençesine düşürüyor. Kısa süre sonra Harker’ın da bir manastırda beyin hummasından mustarip yattığına dair gelen haber, hikayemizin kahramanlarını delilikle kötülük arasında gidip gelen bir savaşın içine sokuyor. Modern zamanlar kötülüğü hastalık adı altında bilimsel teşhislerle yok saymayı kendine görev biliyor. Kısacası Stoker, Batı kültürünün tüm bilinçdışı korkularını bu hikayeye ustalıkla yediriyor.
C.G.Jung, Batı düşüncesinin, Hıristiyanlıkla birlikte gelişen, en büyük sakatlığının iyilikle kötülüğü birbirinden ayırmak olduğunu söyler. Stoker tam da bu ayrımın, işte bu hastalıklı çatlağın tam ortasında edebiyatı, dilin gücünü yanına alarak duruyor. Ve hikayesini bugüne, belli ki bugünden de çok çok sonraya taşımayı başarıyor. Bu hikayenin bittiği yeri, insan bilincini sarsmadığı anı görecek olanlar ise geceden, gecenin gölgelerinden, hayvanlarından, düşlerinden ve karanlığın ortasında yankılanan çığlıklardan korkmayacak olanlar; içlerinde aynı anda yaşattıkları iyiliğin ve kötülüğün farkına gerçekten varacak olanlar, olsa gerek…
çok uzun ben kısa istiyorum
Yeni yorum gönder