Bu ay sizi bir edebiyatçıyla tanıştırmak istiyorum. Genç, ilgi çekici, kendisine özgü bir edebi tarzı erkenden geliştirmeye başlamış Dror Burstein’la. Burstein, İsrail edebiyatının gözbebeklerinden biri. Hemen her kitabıyla ayrı bir ödülün sahibi oluyor. Ne yazsa, hızla dünya dillerine çevriliyor. Üstelik çok yönlü bir edebiyatçı; küratörlük, radyo programcılığı, akademisyenlik, editörlük yapıyor, aynı zamanda da şair... Onun dikkat çeken çalışmalarından biri olan Emile adlı romanı, şimdi Türkçede. Emile, iyi bir çeviri, bambaşka bir yazım dili ve yeni bir edebi atmosfer vadeden bir roman, bu ayın da şahane bir kitabı.
Çok katmanlı bir dil ve duygu dünyasına sahip bir roman Emile. Hikayemizin kahramanı aslında Emile’i henüz bir bebekken evlat edinen Yoel. Daha doğrusu, bir zamanlar saygın bir işi, sevdiği bir karısı olan, ama şimdi yaşlı, dul ve yalnız bir adam. Kısır olduğunu öğrendiğinde karısıyla bir erkek çocuk evlat edinen, ama kısa bir süre sonra karısı bir kazada ölünce onun olmayan bir çocukla baş başa kalan Yoel’in öyküsünü okuyoruz roman boyunca. Yoel, her şeyi sondan başlatıyor. Onu öldürecek hastalığı ilerlemiş durumda ve 37 yaşındaki çocuğu, -evet onun için hâlâ bir çocuk Emile- arkasında yapayalnız bırakmamak için çırpınıyor. Çılgın ve bir o kadar yürek burkan bir planı var Emile için. Onun gerçek anne ve babasını bulacak, şimdi yaşadığı evi Emile ile birlikte onlara verecek. Yeter ki çocuk hayatta yalnız kalmasın! Bir yandan Emile’in biyolojik anne ve babasıyla irtibata geçip çocuğu onlara kabul ettirmeye çalışırken, diğer yandan, hatırladığı kadarıyla kendi kişiliği ve hayatıyla cebelleşiyor Yoel. O hatırladıkça ve çırpındıkça karşımızda yeni bir kahraman beliriyor: Emile.
Emile, siyahi bir çocuk. Yoel’in en büyük derdi henüz o küçük bir bebekken bembeyaz tenli anne babası arasında onu görenlerin bir evlatlık olduğunu anlaması. Onun evlatlık olduğunun anlaşılması, Yoel’in kısırlığının da anlaşılması demek. Ataerkil bir toplum içinde, kısır bir erkek. Yani erkek olamayan erkek… Ve böylelikle kendi eksik erkekliğinin daimi bir tür yüzleşmesine dönüşüyor Yoel için Emile. Diğer yandan da, ebeveyn olmanın, anneliğin ve babalığın nasıl da temsili, nasıl da toplumsal bir şey olduğunu her can yakıcı anısında ayrı ayrı kavrıyor. Adettendir, kadınların kısırlığı üzerine daha çok konuşulur ama erkeğin kısırlığı olmayan bir şeymiş gibidir toplum içinde. Yoel, kısırlığının daima göz önünde olduğu bir hayata mahkum, bu çocuk sayesinde. Ama hayat Emile’i de ister istemez ona mahkum etmiş durumda.
Dror Burstein, belli ki toplum denen şeyin yok oluşuna dair kafa yoran bir edebiyatçı. Toplumu yok etmeye ise her şeyden önce şehirden başlıyor. Şehirlerin hem toplum demek hem de bireyin ruhu demek olduğunu biliyor. İnsanı yok edecek şeyin de, ne olursa olsun doğadan geleceğini: “Gelecek birkaç yıl içinde –ve çok daha fazla saat ve dakika içinde- şehir pürüzsüz bir buz tabakasıyla kaplanacak. Bowling salonlarının, içinde sayısız mağlubiyet ve zafer yaşanmış basketbol sahalarının, Ortadoğu’daki en büyük alışveriş merkezinin, denizin, hepsinin üstü buzla kaplanmış olacak. Buz, her şeyi kaplayacak. Üstünde kimse paten yapıyor olmayacak, kimse kardan adama kartopu atıyor olmayacak. Kimse boğazı yürüyerek geçiyor olmayacak, kimse Sicilya’dan İtalya’ya geçen bir kızakta, kalın kürklere sarılıp uyuyakalmayacak. Rüzgardan ve sessizlikten başka hiçbir şey olmayacak. Uçuşunun ortasında donup yere düşen ve parçalanan bir kuş. Rüzgar ve sessizlik ve don. Artık yeryüzünde olmayan, yürümeyen ayakların altında donmuş balık sürüleri. Ayaklar, yerin altında, sandalyelerde otururken donmuş. Donmuş, durmuş. Ve soğukta yüzmüyorlar, üremiyorlar.”
Donarak, kuruyarak, ıslanarak…
Kimi zaman donarak yok oluyor dünya, kimi zaman kuraklıktan kuma ve toza dönüşüyor. Durmaksızın yağan yağmurdan çürüyebiliyor her şey ya da ağaçlar ve sarmaşıklar ele geçirebiliyor onu. Kimi zaman da çarpan bir astroitle insansız bir hal alıyor, tüm şehirler, ülkeler. Ama illa ki, bir şekilde yok oluyor, şehir, ülke ve dünya. Tıpkı nasıl öleceğini bilemeyen ama illa ki ölecek olan Yoel gibi, tıpkı onun unuttuklarının, durmaksızın hatırladıklarından çok olduğu gibi...
Yoel, durmaksızın notlar alıyor, görünümü değişen, giderek inceleşen kızlar ve erkekler, düşük belli pantolonlar, cep telefonları, hızlanan arabalar, değişen dil üzerine notlar. Yaşlı bir insan için dilin değişimi ne anlama gelir, ya da yaşadığı şehrin durmaksızın değişen görünümü? Herkes benim dilimi kullanıyor, der gibi Yoel, ama ben onları anlayamıyorum. İnsanın modern hayat içinde yaşlanarak ölüme hazırlanmasının nasıl bir travma olduğuna dair bir kitap da diyebiliriz bu bakımdan Emile için.
Dilin doğası budur, evet. Değişir, dönüşür ve daima doğası gereği genç kalarak yaşar. Ama siz onun içinde yaşlandıkça, esas sorun sizi yarı yolda bırakmaya niyetli bedeninizden değil, artık içinde yaşayamadığınız dilden gelir. İşte tam da bu nedenle Yoel’in tuttuğu notlar önemlidir. Çıkış noktası üvey oğlunu arkasında yalnız bırakamamak olsa da, vardığı yer, kendisini inatla yaşatmak olacaktır. “Bahçenin sonunda denizimiz, denizin sonunda da okyanus var, diye düşündü. Hepsi birbirine bağlı. İnsanlar, yolları, başı ve sonu olan şeyler zannediyorlar. Ancak yanılıyorlar, bir yol biter öteki başlar, bir derenin kolları gibi büyük kavşaklara, yükseltilmiş yollara ve sapaklara gelene kadar akarlar ve denizin yanındaki büyük park alanları olan göllerde toplanırlar.”
Emile’in hikayesi bir ülkenin ve şehrin kuruluşuna tanıklık eden ve bütün bu sürece aynı zamanda hizmet eden, geç-modern bireylerin, bize de çok tanıdık gelecek olan, kendiliğinden trajik hikayesi, bir yanıyla. Hızla kurulan ve aynı hızla bozuma, çözülmeye uğrayan üç kuşaklık çok ama çok tanıdık bir hikaye. Türkçe edebiyat okuyucularının, Dror Burstein’ı seveceklerini düşünüyorum.
* Görsel: Dilem Serbest
Yeni yorum gönder