Latife Tekin bir gün bir sohbetimiz sırasında her kitabın yazarından bağımsız bir kaderi olduğunu söylemişti bana; her kitabın kendi kaderi vardır, demişti… Tayep Salih’in “Kuzeye Göç Mevsimi”ni okurken ister istemez bu sözler geldi aklıma. 1966 yılında yazmıştı Sudanlı Tayep Salih bu romanı. Ülkesinde hem komünistler hem de İslamcılar tarafından reddedilmişti roman ama 25 yıl boyunca özgürce okunabilmişti. Ta ki yeni yönetim tarafından yasaklanana dek. Sadece Sudan değil Mısır, Beyrut gibi ülkelerde de oldukça inişli çıkışlı bir seyri vardı “Kuzeye Göç Mevsimi”nin, yasaklamalar, toplatılmalar, ağır eleştirilerden bolca nasibini almıştı.
Özellikle İslami kesimler kitabı yıkıcı, dini aşağılayıcı ve pornografik olarak görüyordu. Hikaye doğrusu yazarına hatırı sayılır bir ün getirmişti ama para, o yoktu işte. Sovyetler Birliği’nden Avrupa’ya pek çok ülkede, dilde yayımlanıyordu ve hatta çok satıyordu ama türlü gerekçelerle yazarına itibar da para da kazandıramıyordu.
Ancak kitabın kaderinde yine de değişim vardı. “Kuzeye Göç Mevsimi” bugün Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20.yüzyılın en önemli romanı olarak ilan edilmiş bir kitap artık ve yazarı Tayep Salih ise modern Arap edebiyatının en önemli, en saygın yazarlarından biri. Şimdi yeniden Türkçede…
“Kuzeye Göç Mevsimi”nin isimsiz bir anlatıcısı var, Nil’in kıyısındaki bir köyde doğup büyümüş, yedi yıl İngiltere’de İngiliz edebiyatı üzerine eğitim alıp ait olduğu topraklara geri dönmüş bir kahraman. Anlatıcımız köyüne döndüğünde oraya tamamen yabancı olan bir adamla karşılıyor: Mustafa Said.
Birkaç yıl önce gizemli bir şekilde bu köye gelip yerleşmiş, köyün kızlarından biriyle evlenmiş, geçmişi bilinmeyen bir adam… Daha en baştan anlatıcının kulağına bir “sır” olduğunu fısıldayan bir kahraman…
Anlatıcı elbette sırrın peşine düşüyor. İlk elden öğrendikleri Mustafa Said’in İngiltere’de okumuş ve orada bir tür dahi kabul edilen, hatırı sayılır bir ekonomist olduğu. Üç kadının onun için intihar ettiği ve karısını bıçaklayarak öldürdüğü de cabası…
Ama neden? Anlatıcı sırrı çözmeye yaklaşırken Mustafa Said’in ortadan kayboluveriyor, işler daha da karışıyor. Tayep Salih’e düşen ise her şey böyle karmaşık ve gizemli bir hal aldığında sömürge ruhuna dokunmak, kadın ve erkeğe, aşka ve şiddete, doğuya ve batıya dair temel çelişkileri, ikilemleri tel tel çözmek…
Mustafa Said, yakışıklı, zeki ve çekici bir adam. Şeytani bir çekicilik onunki. Kadınların ruhlarına doğunun egzotik ve gizemli havasıyla girerek onları baştan çıkarıp geriye ruh enkazları bırakıyor. İçinde sevgi yok, ya da o olmadığını sanıyor. Ona bahşedilen beyin gücünü gerçek yaşam gücüne çeviremiyor. Ta ki bir kadına gerçekten aşık olana kadar. Aşk ve şiddetin, yaşam ve ölümün karşılaşması gibi oluyor bu iki insanın ilişkisi ve elbette kanla son buluyor.
“Gemiler Nil’e ilk önce ekmek değil silah taşımak için açıldılar ve demiryolları aslında askerleri taşımak için çalışıyordu, okullarda bize onların dilinde ‘evet’ dememiz öğretiliyordu. Bize en büyük Avrupa zorbalığının virüsünü boşalttılar. Somme ve Verdun’daki, dünyanın daha önce hiç bilmediği bu virüsü, onların bin yıldan fazla zamandır taşıdıkları virüsü. Evet, beyler, sizin evinize bir istilacı olarak girdim, tarihin damarlarına enjekte ettiğiniz zehrin bir damlası olarak. Ben Othello değilim. Othello bir yalandı.”
Peki Mustafa Said’i bencil bir şeytana dönüştüren şey neydi? Sömürülmeye mahkum bir Üçüncü Dünya ülkesinde doğması mı, orada sömürenlerin eğitimini ve kültürünü alması mı, herkesi hayrete düşüren zekası mı yoksa kadınları şehvete boğan oryantalist yakışıklılığı mı? Daha da önemlisi onun kimlik meselesini, kuzeyin soğuğu ve güneyin sıcaklığı arasındaki farkta, iyilik ve kötülük arasında gidip gelen o sonsuz ruhani sarkaçta bulmak mümkün mü?
“Bu topraklarda peygamberlerden başka hiç kimse yetişemez. Bu kuraklığı yalnızca gökyüzü iyileştirebilir.”
Tayep Salih, hikayenin bütününde ortada bir sırrın olmadığını, aslında sır dediğimiz şeyin gözümüzün önünde olan bitenleri yorumlama, okuma biçiminin kendisi olduğunu söylüyor. Yani hikayenin neresinden dahil olduğunuzun, hangi coğrafyayla hangi karakterle özdeşleştiğinizin önemini belirtip bunun hikayeyi var eden şeyin ta kendisi olduğunun altını çiziyor…
Arap Edebiyat Akademi’sine hak vermemek elde değil, “Kuzeye Göç Mevsimi”, sade ve bir o kadar nefis edebi dili, sürükleyici anlatım biçimi, 20. yüzyılın temel meselelerinden biri olan kültürel değişim ve kimlik meselesine eğilişle kuşkusuz geçtiğimiz yüzyılın en şahane romanlarından biri.
Dikkatiniz için teşekkür ederiz. Gerekli düzelti yapıldı.
"Şimdi Türkçede" ne demek oluyor? Özdemir İnce çevirisiyle aynı kitap zaten Adam Yayınları'nca çıkarılmıştı, eskiden. Tanıtım yazılarından nefret ediyorum, asla doğru bilgi vermiyorlar; verdikleri tek doğru bilgi kitabı okuma keyfini yok edecek olanlar. Ve Ayrıntı Yayınları kitap arkasında detay vermek konusunda çok başarılı. Oğuz Atay'ın takdir edeceği bir yayıncılık anlayışıyla ilerliyorlar!
Taa 1980'lerde nefis bir iş yürüten Adam Yayıncılık'ı hasretle anıyorum ve hâlâ bulup buluşturduğum kitaplarını -ki elimde de sağlam bir arşivi bulunuyor- okuyorum.
Yeni yorum gönder