“‘Masal olsun istiyorum,’ diyordum. Yani böyle çok sertleşmesin. Bir kere mucizelerde bir müzik giriyor. Hani bir hatırlatma olarak. Müzik başka bir alemi işaret ediyor. Onları gerçeklikten çıkarıyor, masal gibi yapıyor. Sanki ‘Bir varmış, bir yokmuş, bir adam varmış, bir köye gelmiş...’ gibi. Filmin ‘ciddiyetini’ de azaltsın istiyordum. Kendini çok ciddiye alan filmleri sevmiyorum. Sonuçta yaptığımız nedir ki yani, hayat nedir ki?” Sinemamızın son yirmi yılına altı tane incelikli film armağan eden Reha Erdem için hazırlanan “Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan” adlı çalışmanın sonunda yer alan söyleşisi bu sözlerle bitiyor. Yönetmen son filmi Kosmos üzerine söylüyor bu sözleri. Hayalgücüne ve düşlerini aktarış biçimine hayran olduğunuz bir yaratıcının, bu sonu gelmeyen büyüklenmeler çağında, varlığın hiçleştiği o mukadder ana sadelikle işaret etmesi... Okuyanı da, dinleyeni de, izleyeni de etkiliyor ister istemez.
Aslında Reha Erdem’in filmlerini sevip sevmemek ya da izleyip izlememek değil mevzubahis olan. Fırat Yücel’in editörlüğünü yaptığı, Burak Acar, Gülengül Altıntaş, Senem Aytaç, Aslı Özgen Tuncer, Engin Ertan, Ayla Kanbur, Şenay Aydemir’in yazılarından, Erdem’le yapılan bir söyleşiden ve Erdem’in “Aşk ve İsyan” adlı yazısından oluşan bu çalışmayı okumak için, bütün bunlar hiç gerekli değil. Bir başkasının yaratımı, hayalgücü üzerinden yola çıkarak başka bir yaratım vücuda getirmek kolay iş değildir. Bu zorlu yükün altından kalkmayı başarıp, keyifli, derinlikli bir okuma sunabilen, yeri geldiğinde anlatısından bağımsızlaşabilen “Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan”ı sadece bu başarısı gözlemek için bile okuyabiliriz. Her şey bir yana işte bu anlamda şahane bir kitap.
Burak Acar’ın “Reha Erdem Sinemasına Genel Bir Bakış”ıyla açılıyor çalışma. Acar, Erdem sinemasındaki karakterlerden, planlardan, müziklerden yola çıkarak bu filmleri izlerken kendimizi neden böylesine dünyaya yakın hissetimizi sorguluyor.
Bir “icat” olarak insanın peşinde
Reha Erdem’in filmografisini “mutluluğu arayan insanın insanlaşma sürecini, baskı ve iktidarın görünen ve görünmeyen biçimleriyle insanı ve yaşadığı çevreyi şekillendiren kültürle çatışmasını, anadan kaçırılıp babacıl kılınmasını anlatan, uzun soluklu tek bir serüven olarak” okuyor Gülengül Altıntaş. “İnsan-Kuru Rüyalar Alemi” başlıklı yazısı boyunca; A Ay’da gerçeği, Kaç Para Kaç’ta ahlakı, Beş Vakit’te zamanı, Korkuyorum Anne’de insanı arıyor.
Senem Aytaç’ın Reha Erdem sinemasında odaklandığı yer: Hayal. Daha doğrusu “gerçek”ten bir kaçma biçimi olarak hayal ve hayat. Şimdinin yokluğunda, kaçılamayan gerçekliğe tutulmakta ve hep bir şeylerin sınırında yaşamakla özdeşleşen bir kaçışta...
“İnsan nedir? Et, kemik, yağ, sinir. Danadan ne farkımız var?” “Zamansallık ve Kaçış” adlı yazısında Aslı Özgen Tuncer, Reha Erdem filmlerinde beden ve egemen kültürün kodları arasındaki ilişkiyi kurcalıyor. Hemen ardından gelen Engin Ertan da “Büyüyememişler ve Büyümeye Çalışanlar” ile bu filmlerdeki büyüme sancılarının belki de Türkiye’nin moderleşememe çabasının bir yansıması olabileceğini belirtiyor.
“Toplumsallaşmadaki psikanalitik bağ; doğayla ilişkinin insanın içgüdülerine ve bilinçaltına ayna tutmasının yerine insanların birbirlerinin aynası olduğu sınırlandırılmış bir toplumsal dünya; içsel çelişkiler, değerler ve bunların çözülüşü...” Ayla Kanbur, Erdem sinemasında “Yaralarıyla Büyüyen İnsan Ruhu”na odaklanıyor. Reha Erdem filmlerindeki aşksızlık vurgusunu Türk sinemasında açılmış yepyeni bir kulvar olarak değerlendiren Şenay Aydemir ise bu eksende yönetmenin aşksızlığı anlatımı üzerinde duruyor.
Yazımın başında bir parçasından alıntı da yaptığım, Reha Erdem’le ilk filmi A Ay’dan son filmi Kosmos’a dair yapılan bir söyleşiyle tamamlanan, bütünlenen bu yazılara ek olarak yönetmenin “Suyunu tek yönlü seyirlik yerine, aşkın ve acının, inancın ve direncin, yani yaşamanın hazzından alan bir sinemanın peşindeyim. Umut doluyum ve acılar içindeyim.” sözleriyle son derece etkileyici biçimde noktaladığı bir kısa yazısı da yer alıyor. Ve çalışmaya adını veriyor: Aşk ve İsyan.
“Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan”, her şey bir yana, Türk sineması ne kadar gelişip zenginleşiyorsa, o kadar yoksullaşıp sığlaşan, onun yaratıcılığına erişemeyen sinema eleştirisinin geleceğine dair de büyük bir umut veriyor bizlere. Sığlaşmanın, temellendirilememiş türlü beğenilerin eleştiri adı altında yayımlanmasının tavan yaptığı, bu tür yazıların ve yazarların baş tacı edildiği bu günlerin elbet sona ereceğini hissettiriyor. Ne güzel!
Yeni yorum gönder