Modern romanın edebiyatımızdaki ilk örneği. Batı özentiliğinin eleştirisi… Araba Sevdası denince art arda bu iki cümleyi sıralar geçeriz, aslına bakarsanız haksızlık ederiz. Doğrudur, yanlış değildir bu tespitler; ama eksiktir. Hem de oldukça eksik. Çünkü Araba Sevdası her şeyden önce dil üzerine yazılmış bir romandır. Daha doğrusu dilsizlik üzerine...
Pekala biliriz ki, dile dair sorulacak soruları otorite değil edebiyat sorar ve gerekiyorsa yanıtları edebiyat verebilir ancak. Osmanlıca-Türkçe tartışmalarının giderek yükseldiği bugünlerde romanın derli toplu bir yeniden basımıyla karşılaşınca hiç duraksamadım ve Bihruz Bey'in çok dilli, çok özenti, absürd, parodik, hatta neredeyse fantastik dünyasına daldım.
Bihruz Bey, kibarlık özentisi, aklı bir karış havada, cahil, züppe, bencil bir mirasyedi. Bir gün Çamlıca bahçesinde tesadüf ettiği, hepi topu bir iki kelime konuştuğu Periveş Hanım'a abayı yakıyor. Bihruz Bey'in amacı da, Periveş'i bir kez daha görebilmek ve ona bu büyük, ani sevdasını bir mektupla anlatıp yeni, gerçek bir randevu koparabilmek. Bunun için kolları sıvıyor Bihruz. Ancak Batı özentiliği yüzünden Arabi, Farsi dil eğitimine pek kulak asmamış, İngilizce ve Fransızcayı da yarım yamalak anlayıp konuşabilen Bihruz'un iki kelimeyi bir araya getirip, bir sevda nağmesi yazması ne kadar da zor. Bunun için başvurduğu kaynakları bir türlü anlayamıyor, kopya edeyim dediğinde, bir erkeğe yazılan şiiri bile anlamayıp kadın güzelliğine atfediyor. Kendi dilindeki bir kelimenin anlamını çözebilmek için Redhavz'a, Fransızca sözlüklere bakacak derecede bir dil karmaşası içinde. Bihruz Bey'in dilsizliği sadece kelime anlamıyla dil üzerine de değil. Toplumsal, kültürel kodlara da yabancı. Gündelik hayatın dilini okumayı beceremiyor; bundandır ki, öncelikle arabasının şıklığından etkilenip yüksek zümreye ait olduğunu düşünür Periveş'in. Oysa ki, eline erkek eli değmemiş sandığı Periveş, bir duldur, arabası kiralıktır ve hiç de öyle yüksek zümreden falan gelmemektedir. İş bununla da bitmez. Bihruz sadece gördüklerini değil, duyduklarını da tam olarak anlama becerisinden yoksundur.
"-Bak bak Çengi Hanım yer aynası!... Görüyor musun kendini?
-Yer aynası mı?.. O da nedir? Yer elması bilirim ama yer aynası hiç işitmedimdi!
-Yaşmağını biraz sıyırır da bakarsan yer aynasının içinde iki tane yer elması da görürsün..
-Nesine bakayım, bulanık bir su… O kırmızı şeyler de zahir Amasya elması olacak..
-Ay Amasya'da elmas çıkar mıymış?.. Ben de bunu işitmedimdi.
-Elma, ayol elma! Elmas değil. Elmasın, pırlantanın İngiltere'de çıktığını bilmeyecek ne var? Sen de eğlence bulamadın da besbelli benimle eğleniyorsun…
Hanımların bu muhaveresini kemal-i dikkat ve ehemmiyetle işitmek için olduğu yerde -alafranga bir tabir ile- sera-pa guş kesilen Bihruz Bey'in 'yer aynası' teşbihi ve hususuyla 'yer aynası içinde yer elması görüleceği' telmihi münasebetleriyle kendi kendisine 'Kel espri!.. Kel fines (Ne letafet! Ne ince düşünüş!)' diyerek sarışın hanımın zarafetine hayran olup dururken en sonra İngiltere lafzını işittiği gibi bunu mücerret kendisine ait olmak üzere fırlatılmış –pırlanta kadar kıymetli- bir ufak taş olarak kabul etmek istedi."
Böyle böyle saçma çıkarımlarla, içi boş özentilikleri, türlü züppeliliklere katarak olmayacak bir sevda masalı inşa eder Bihruz Bey. Yarattığı şey olsa olsa gülünç bir yokluktur. Öyle ki, büyük aşkını karşısında görünce tanıyamayacak kadar gülünç bir yokluk! Çünkü Recaizade Ekrem çağının kültürel karmaşasından, bir yazma ve okuma parodisi yaratmıştır. Tuhaf bir şekilde bu yaratımının, yani romanının da tür olarak yanılsama ve gerçeklik arasındaki o hiç noktasına oturduğunu bilmektedir sanki. Kitaba etkileyici bir önsöz yazan Jale Parla'ya göre, "Recaizade Ekrem'i çağdaşları arasında benzersiz kılan, tüm eylemleri eylemsizliğe, tüm öykünmeleri başarısızlığa, duyguyu abes duygusallığa ve düşü (ki yaratıcılığı da içerir) yokluğa dönüştüren bir roman yazmış olmasıdır. Recaizade Ekrem haşarı bir oğuldur."
Evet, Recaizade Mahmut Ekrem haşarı, eğlenceli, çok zeki bir oğul. Tanzimat döneminden günümüze edebiyatımızın işaret fişeğini yakan, doğu ile batı arasında bitmek bilmeyecek kültürel karmaşamızın adını daha çok erken bir dönemde koyan bir yazar... Anlayamadığımız mezar taşlarını bir kez daha enine boyuna düşünmek için elimizi güvenle uzatacağımız bir yazar Recaizade Mahmut Ekrem; ve sevda, Araba Sevdası...
* Görsel: Meltem Şahin
Yeni yorum gönder