Adı “Sinek Isırıklarının Müellifi”. Hiç acıtmayan, bizi durdurmayan, hayatımızı sekteye uğratmayan ama işte hep orada, varlığını hep hatırlatan, hafif ama sinsi bir ısrarcılıkla yerinde duran şeyler, sinek ısırıkları… Aslında Barış Bıçakçı sadece bu romanında değil, kaleme aldığı diğer romanlarda da sinek ısırıklarının yazarı olmaktan mustarip. Günümüz insanını hükümranlığı altına almış gündelik dertleri, gündelik uğraşları ve bizi biz yapan kaygıları, korkuları, merakları, boş vermişlikleri ve her şeye rağmen hevesleri konu alan kitaplar yazıyor, bütün bunlarla cebelleşen, bize benzeyen kahramanlar yaratıyor. Romanlarının ilk cümlesinden itibaren bizi içine alıp sürüklemesi, hadi doğrusunu söyleyeyim, sarması, sonra da aklımıza takılan boşluğun, beyhudeliğin de sebebi bu.
“Sinek Isırıklarının Müellifi”nin kahramanı adından da anlaşılacağı gibi bir yazar. Daha doğrusu ilk romanını İstanbul’da bir yayınevine teslim etmiş, Ankaralı bir yazar adayı, Cemil. Doktor olan karısı Nazlı’yla Ankara’daki toplu konutlarda yaşıyor, inşaat mühendisliği işini çoktan bırakmış, karısı ona bakıyor, o gündelik hayatın hiçliği içinde varlık bulmaya çalışıyor, bir yandan da yayınevinden haber bekliyor. Roman boyunca bekliyor. Yazar olmak, kitabının bir yayınevi tarafından basılması niye bu kadar önemli? İşte bu sorunun cevabı, aslında temelde sanatçının hayata dair verdiği tüm cevaplarla aynı. Eşin dostun, ailenin akrabanın, konu komşunun gözünde “kayıp bir vaka” olmaktan, “bir şey” olma mertebesine yükselmek mi? Bu kadar mı, bu kadar basit olabilir mi? Belki evet, belki hayır, belki de şöyle demek gerek; neden olmasın…
Cemil, toplu konutta akan, sızdıran tesisatlarla uğraşıp, evi süpürüp, yemekler, reçeller yapmakta, takıntılarını keskinleştirmekte ve her Salı hiç sektirmeden halı saha maçlarına devam etmekteyken, bir yandan da aklında sürekli yayınevinin güzel editörüyle konuşmalar yapar. Edebiyata dair, edebiyatın ona ne ifade ettiğine dair konuşmalar. “Dosyamı yayımlamazsanız edebiyatımız hiçbir şey kaybetmiş olmayacak, bundan eminim. Ama edebiyatçıların sırf kendi manasız amaçları için yarattıkları o edebi kahramanlardan birini, sayılarının artması dünyamız açısından pek de hoş olmayan o edebi yaratıklardan birini daha, sizin yayıneviniz kendi elinizle toplu konutların kaldırımlarına salmış olacaksınız. Oysa bazı şeylerin kitaplarda kalması gerekir. Yazarların çok sevdiği şu ‘yazar olmayı başaramamış’ öykü ve roman kahramanlarından söz ediyorum. Edebiyat tarihi bu tür kahramanlarla dolu. Neden tercih edildikleri açık değil mi?
Yazarlar, sıradan roman kahramanlarının duyarlılığıyla erişemeyecekleri dip köşelerde bu yazar olamamış kahramanlar sayesinde pek rahat dolaşabiliyorlar. (…) Siz de bilirsiniz, anlatmaya değer şeylerinizin olduğunu, bir gün bunları anlatacağınızı, yazacağınızı düşünmek ne güzeldir ve bu düşünce bir kez yer etti mi nasıl da perişan eder insanı! Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. İnsan olmak size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz.”
Cemil’in hayali konuşmaları, hem yürek burkar hem de edebiyatın, edebiyat denen şeyin ne menem bir şey olduğuna dair kafa yorar, akıl çeler. Bu noktada Bıçakçı’nın yazın serüvenine bir şair olarak başlamış olmasının da şahane izlerini rahatlıkla takip edebiliriz. Ne de olsa hem akıl hem de gönül çelmek şairlere göre bir iştir.
Tüm bu bekleyiş boyunca Cemil’i Cemil yapan geçmiş ve şimdi birleşir. Nazlı’ya olan aşkı, onunla tanışması, yeniden aşık olma isteğiyle; üniversite yıllarında kurduğu tatminkar dostluklar, yarı cahil bir komşu çocuğuyla ve onun beyhude yazma hevesleriyle birleşir. Hayat hep eksilerek hep yozlaşarak, rengini ve canlılığını kaybederek devam ederken, yalnızca sanat, yalnızca edebiyat trajik bir şekilde kahramanımıza gerçek bir varoluş imkanı vaat etmektedir.
“Sinek Isırıklarının Müellifi”, olur ya henüz tanışmamışsanız Barış Bıçakçıyı tanımak veya yeniden keşfetmek için şahane bir fırsat.
Yeni yorum gönder