Sadece bağlantı kur! Bu, 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinden E.M.Forster’ın başyapıtı Howards End’in epigrafı. Ne Forster’ın şahane dili ve hikayenin kurgusu, ne romanı sarıp sarmalayan hümanizm ve etkileyici toplumsal-siyasal eleştiri… Howards End’in sayfaları boyunca, romanın sonuna kadar, ruhumda yankılanıp duran hep; sadece bağlantı kur, sadece bağlantı kur… Peki ama kimle veya neyle? Howards End şüphesiz çok katmanlı bir roman. Yazıldığı günden bugüne Forster’ın kitabın her cümlesine sinmiş hümanizmi, sayfalar boyunca okurunu sürükleyen son derece başarılı kurgusu, toplum denen şeyin içine, ta içine bakmaya zorlayan eleştirisi üzerinde durulmuş hep.
Yazarın modernizmle birlikte gelen doğadan kopuşun bireyselleşme sürecindeki etkisini kurcalaması, toplumsal cinsiyetler konusundaki açıkfikirliliği ve yine bütün bunları hikayeye ve karakterlere yedirme konusundaki başarısı da cabası… Roman boyunca dedim ki hep kendi kendime, tüm eleştirmenler, tüm dünya yanılmış olmalı. Hatta Howards End’den etkilenerek yazdığı Güzelliğe Dair'de Zadie Smith bile… Forster’ın derdi ne siyasi eleştiri, ne İngiliz toplumundaki sınıf çatışması, ne çokkimliklilik ne de toplumsal cinsiyetler. Bütün bunlar hep yüzeyde. Derinlerde, en derinlerde ise insan ruhunun ne olursa olsun bir türlü ehlileşemeyen o vahşi doğası. İnsanın kendi eliyle yarattığı toplumun, kültürün, uygarlığın, modernizmin kestiği bu bağlantıyı yeniden kurma, kurtarma çabası.
Howards End’in tam merkezinde bir ev ve bir ağaç duruyor. Ev, bir kır evi. İngiliz aristokrasisin ilgisini çekecek kadar büyük değilse de bugünün insanları için malikane tadında bir kır evi. Adını romana da vermiş: Howards End. Ve onun bahçesinde, evin üzerine doğru koruyucu bir biçimde eğilmiş duran kadim bir karaağaç. Üzerine çakılı yaban domuzu dişleri, kabuğundan yiyene şifa veren… Batıl olarak damgalanmış inançlar, doğanın eski dini… Bilinir, ev bilincin kendisidir, ağaç ise yaşamın ve doğanın… Üç aile, üç toplumsal katman, bu evin ve ağacın etrafında, yaşamlarını örüyorlar. Parayı merkeze almış aristokrat Wilcoxlar, entelektüel ve daha insancıl Shlegeller ve yoksulluk sınırındaki Bastlar. Howards End, Wilcox ailesine ait. Anne ve babalarını yitirmiş üç kardeşten mürekkep Slegellerin ortancası yani Helen ile Wilcoxların en küçük oğlu Paul arasında başlayan ve yıldırım hızıyla bitiveren aşk hikayesi bu iki ailenin kaderini de bağlıyor tuhaf bir şekilde. Daha doğrusu kabaca biten bu ilişki Helen’ın geçkin ablası Margaret ile Bayan Wilcox arasında sıra dışı bir dostluk başlatıyor. Yalnızca Howards End’de, evinin ve doğanın içindeyken mutlu olan Bayan Wilkox, ölürken Margaret’a yeni bir yaşam veriyor. Kocası Henry’yi ve Howards End’in kendisini…
Bir yanda yemyeşil kırlar, ekili tarlalar ve dipsiz ormanlarla muhteşem bir doğa. Diğer yandan yeniden yeniden inşa edilerek gün be gün büyüyen, değişen büyük büyülü bir şehir, Londra. Sanayi, teknoloji, modernizm ve uygarlığın kendisi sömürgelerle, yoksul insan sürüleriyle durmaksızın beslenip şişiyor. Bütün bunların ortasındaki insan ruhu ise kendini, ait olduğu evi arıyor durmaksızın. Ruhu en çok ne öldürüyor, inanç mı, inançsızlık mı, doğaya mı yoksa şehre ait olmak mı? Şehre ait olmak diye bir şey yok. Bu koskocaman bir yanılgı, şehrin kendisi demek, aidiyetsizlik demek, yersiz yurtsuzluk, karışan kimlikler, çokkültürlülük… Öyleyse insan ruhu, ev ve ağaç bir şekilde bir araya gelmeli. Çünkü nasılsa kadın ve erkek, gerçek ve gerçeküstü, gelenekle gelecek, zenginle yoksul arasındaki savaş hiç bitmeyecek.
Hikaye bir yanıyla hep Howards End kimin olacak sorusuna karışan, kim bu evin ruhunu anlayacak sorusu, etrafında gelişiyor. Geleneklere bağlı sömürgeci İngiliz ahlakı mı, bağımsızlığına düşkün, gelenekleri eleştirirken büyük bir hızla doğadan ve insan ruhunun vahşi doğasından kopan modern bireyciler mi? Nihayetinde diyebilirim ki Forster, entelektüellerin hakkını bir parça da olsa entelektüellere veriyor. Önce soruyor: “Bir ruhun sahip olduğu şeyin miras konusu olması inanılacak bir şey midir? Ruh döl verir mi? Bir dağ karaağacı, bir asma, üzerine kırağı düşmüş bir demet ot; böyle şeylerin kan bağı olmayan birine geçmesine can atar mı?” Ve bir edebiyatçı sağduyusu ve yaratıcılığıyla insanlığın gitmesi gereken yolu, hatta bir anlamda kurtuluşu işaret ediyor: Sadece bağlantı kur! “Sadece nesirle tutku arasında bağlantı kur; böylece her ikisi de yücelecek ve insan sevgisi göğün üstünde ortaya çıkacaktır. Artık bölük pörçük yaşama. Sadece bağlantı kur: O zaman, içinde yaşadıkları yalnızlıktan sıyrılan keşiş ve hayvan ölecektir.”
Yeni yorum gönder