Bu yılın -daha başlarındayız biliyorum ama- en çok beklediğim romanlardan biriydi İsmail Güzelsoy'un Saf'ı. Kurgu konusunda ustalığını kanıtlamış, türler arasında inanılmaz bir başarıyla gezen, hikaye anlatma hevesini sözlü kültürün hikaye anlatma biçiminden alan, nefis bir mizah anlayışına sahip , çarpıtılmış gerçekler üzerine bir o kadar çarpıtılmış dünyalar, kahramanlar yaratan ve hatta yeri geldiğinde hepsini yerle bir eden bir yazarı beklemek olağanüstü bir şey olmasa gerek. Gelgelelim, Saf daha ilk bakışta, diğer İsmail Güzelsoy romanlarından oldukça farklı görünüyor. Saf’ın üzerinde bir Paulo Coelho, bir Amin Maalouf tadında, kitlelere yönelik şefkatli bir çoksatar havası mı var? Yoksa yazar çoksatmayla-yüksek edebiyat arasında yazarı cendereye sokan edebiyat ortamını mı kurcalıyor alttan alta? Buyrun, birlikte bakalım, saf bir kahramanın "öz"e gidiş-dönüş yolculuğuna katılalım.
Saf, bir kahramanın yolculuk hikayesi. Dolayısıyla hem biçim, hem de içerik açısından fantastiğe yakından göz kırpıyor. 12. yüzyıl Anadolusu’nda, terk edilmiş, metruk bir kalede büyüyen kahramanımız Subala’yı, yolculuğa çıktığı sırada tanımaya başlıyoruz. Neredeyse hiç konuşamayan, okuma yazma bilmeyen, saflıkla salaklık arasındaki o ince çizgide yürüyen bir genç adam olarak... Büyük bir ticaret kervanına katılmış olan Subala, Semerkant’a gidip, içinde özü saklayan büyülü oyuncağı almak ve onu yetiştiren esrarengiz hamisi Mahimah’a teslim etmek istiyor. Yolculuk, Mahimah’ın hikaye boyunca karşımıza çıkan telkinlerine rağmen, Subala’nın saflığını bozuma uğratıyor elbet. Ancak kahramanımızın Semerkant’a varışı ve geri dönüşü ise bambaşka bir saflık inşası üzerine kurulu.
(Görsel çalışma: Sheik Husein)
İçinde şaman inancını taşıyan bir Anadolu insanı Subala... Köklerine eğilmeyi çok seven, ancak söz İslamiyet öncesine ya da İslamiyet sırasındaki şamanist inanca gelince eğilmeyi durdurup başka taraflara bakmayı seçenlerin ağırlıkta olduğu bugünlerde, Anadolu’nun Şamanist-animist yapısına dair bir roman kaleme almak kanımca başlı başına bir eleştiri. Hele ki insana dair her duyguyu, yüceltmeden ama erinmeden de kavrayıp kucaklayan bu var oluş şekline ayrıntılarıyla yer vermek… Tasavvufun ve mistisizmin altını kalın kalın çizdiği ilahi aşkın karşısına, kadınla-erkek, ya da insanla insan arasındaki diyelim, ruhsal ve bedensel aşkı getirip koyuvermek, yabana atılır şey değil. Evet, Mahimah’ın tüm uyarılarına rağmen aşkı tanımak için kendine izin veriyor Subala, kendini aşka bırakabiliyor. Onu bir amaç için yetiştirenin onaylayabileceği bir şey değil bu, çünkü dünyaya onu yaratan tarafından bir görev için getirilmiş insanın insani aşktan uzak durması gerek. Asıl olan görevini yerine getirmek çünkü. Bu noktada Mahimah’la Subala, insan ve yaratıcının birer metaforu haline geliyorlar. “Subala, Mahimah kendisini sana yüklemiş. Senin gibi gönüllü bir oyuncağım olsa ben de birden fazla hayat yaşayabilirdim. Oturduğum yerde dünyayı fethetmeye gönderirdim bir yanımı.(…) Bunu anla artık, ne olur. Mahimah seninle bir hayat daha yaşıyor habibim. Senin bedenini, ruhunu, hayatını kullanmış. Çalmış seni!”
Mahimah nasıl çalar Subala’yı, onu bunca saf tutarak, bir ölüm makinesine dönüştürür, gözünü kırpmadan hırsızlık yaptırır, hayatı pahasına amacına hizmet ettirtir? Derin bir inanç sorgulamasıdır karşımıza çıkan. Mahimah,Subala’yı bir oyuncak, bir makine olduğuna inandırmıştır. Bir makine gerçek anlamda ölemeyeceğine göre, her türlü tehlikenin içine girebilir. Elleriyle ok atar, ok tutar, insanları uyutup soyar…Sorun Subala’dır, bir makine olmadığını bile bile neden öyle olduğuna inanmayı tercih eder çok uzun süre? İşte insanla, insanın yarattığı tanrı düşüncesi arasında çekilmiş gergin ipe dair sorulması gereken sıkı bir soru daha…
Bütün bunların üzerine, aşık olan tüm kahramanların başına gelen felaketlerden de nasibini almıyor Subala. O aşkı öğrendikçe hayatı, insanları öğreniyor, aşkı tanıdıkça bilgeleşiyor ve kötüleşmek bir yana saflaşıyor. Saf, diliyle şamanizmden çok, tasavvufi bir mistisizme yönelirken, kurgusu ve alt metnini oluşturan felsefi düşüncesiyle mistisizme karşı bir varoluş düşüncesi taşıyor. Ve bana, bunu keşke diliyle de yapsaydı, dedirtiyor.
Şeytan ve tanrı, ben ve öteki, kadın ve erkek, varlık ve hiçlik… Subala’nın yolculuğunda bu ikiliklerin nasıl birbirinin içine geçtiğini de görüyoruz. Subala’nın, hiç’i, sıfır’ı arayışı ve bu arayışın içinden geçerek gelen hayati cevapları okuyoruz. Öngörülen gelecek, sezgiler ve kehanetler de zaman ve insan ilişkisi üzerine sorgulatıyor okuru. Şeytani aletler icat eden üstad Ki, içinde nüve’yi taşıyan zehirli oyuncaklar, kervanlara saldıran kanemiciler, veba illeti, tersten çalındığında dinleyenleri hipnotize eden şarkılar, sesin doğası, Subala’nın eliyle attığı ve tuttuğu oklar, aşk mektupları… Türler arasında gezinmeyi seven İsmail Güzelsoy, aynı keyfi Saf’da da sürüyor, sürdürüyor bu anlamda.
Ve dönelim çoksatarlık mevzuuna. Saf, evet çok satabilir, yazarı da çoksatar yazar damgası yiyebilir, tabii eğer bir anda şamanzim diye diye delirirse millet, tek tanrılı dinlerin bozuma uğrattığı doğa ve insan algısı üzerine yeniden düşünmeye başlarsa, insani aşkı şeytanileştirmeden kutsayabilir ve Osmanlı’dan önce de bir tarihimiz olduğunu hatırlarsa… Kimbilir, olur mu olur.
Okura ve yazara son not: Saf'ın Anadolu’nun Şamanist köklerinde gezinen bir ilk macera olduğunu, Subala’nın, aşkı ve dünyayı kavrayışının ardından, Ayazkız’ın peşine düştüğü yepyeni bir macerasına da sıra geleceğini hayal ediyor gibiyim.
Yeni yorum gönder