Şeyma Kısakürek Sönmezocak, ilk romanı Saklambaç’ta karakterlerin ve yazarın iç içe geçtiği, hatta sonrasında yaşadıkları hayattan/ kurmacadan pişman olup kaderlerini yeniden kaleme almaya çalıştıkları enteresan bir hikâye anlatıyor.
Birkaç sene önce, yazar arkadaşlarla oturup şu meseleyi tartışmıştık: Yazdıklarımızı hiç kimsenin okumayacağını bilsek, yine de yazar mıydık? “Okur” olmadan yazdıklarımız bir işe yarar mıydı? Hele ki okuruyla konuşan, okuru da kurmacanın içine davet eden, hatta onu hikâyesinin bir kahramanı haline getiren yazarlar ne yapardı okur olmasa? Kimsenin yaşamadığı bir kader, ne kadar kaderden sayılır ki?
Şeyma Kısakürek Sönmezocak’ın ilk romanı olan Saklambaç tam da bu minvalde, “okur” olmadan mümkün olmayacak bir anlatı sunuyor bizlere. Daha kitabın ilk sayfalarında, bize elimizde tuttuğumuz kitaptan da öte, başka bir kitabı okuyacağımızı haber veriyor yazar: Öyle ki bu kitabın ayrı bir künye sayfası bile var, Şubat 2006 tarihinde yayımlanmış hem de… Edebi bir oyunla karşı karşıya olduğumuzun ve saklambacın başladığının işareti bu! Yoksa, bu kitabın yazarı biz miyiz? Tam da biz okurken yazılıyor olmasın bu kitap?
Yazar ile gizli bir anlaşma
Hemen sonrasında, bu kitabın (kitabın içindeki kitabın mı demeliyiz yoksa?) yazarı bizimle bir gizlilik anlaşması yapmak istiyor. “Sen benim kim olduğumla ilgilenmeyeceksin, ben de senin kim olduğunla ilgilenmeyeceğim” diyor ve bu ilgisizlik üzerinden güçlü bir ilgi yetiştireceğini iddia ediyor. Hatta bahisleri yükseltip, “Basit kurmacaların çok ötesinde, derinlerde, seni de barındıran bir kurmaca okuyacaksın ve seninle bir oyun oynayacağız” diyerek, okurunu daha kitabın en başında kışkırtmayı başarıyor: “Elma dersem çık, armut dersem çıkma!” Sonrasında karakterlerin ve yazarın iç içe geçtiği, hatta sonrasında yaşadıkları hayattan/kurmacadan pişman olup kaderlerini yeniden kaleme almaya çalıştıkları bir garip hikâyeyi okumaya başlıyoruz. Postane merdivenine bir mektup bırakan genç kız, bu mektuba yanıt yazan gizemli bir adam, bu gizemli adamın yerine geçen (belki de okurun ta kendisi olan, evet evet, sen!) bambaşka biri… Kurmacayla gerçekliğin karıştığı, kaderden kaçıp yine kaderin bizi sobelediği sonu gelmez bir saklambaç oyunu bu.
Çok mu karışık geldi? O zaman, tam da burada, kitaptan bahsetmeye ara verip biraz da yazarından bahsedelim. Maalesef biz okurlar, bir kitabı okumadan önce olumlu ya da olumsuz anlamda birçok önyargıyla dolu oluyoruz. Kitabın kapağında yazarın adını gördüğümüzde, ister istemez “Kısakürek” soyadına takılıyor kafamız. Türk şiirinin ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden Necip Fazıl Kısakürek geliyor elbette aklımıza. Evet, doğru bir tahminde bulunduk: Elimizde tuttuğumuz bu kitabın müellifi, Necip Fazıl’ın torunu. Necip Fazıl’ın edebi görüşlerine ve tarzına aşina olanlar için, yukarıda biraz ipucu vermeye çalıştığımız bu postmodern metin biraz uzlaşmaz mı göründü? O zaman, Şeyma Kısakürek Sönmezocak’ın Sabah Kitap’a verdiği röportajdan bir alıntı yapalım:
“Muhakkak ki ondan etkilendim; onun çoğu eserini neredeyse ezberledim. Ancak bire bir ona benzemek; Necip Fazıl’ın da gençlikten beklediği bir duruş değil. Kültür hassası meselesinde vurguladığı gibi; ansiklopedilerce bilgiyi öğrenmek başka şeydir; o bilgileri kendi fikir ve şahsiyet dünyamızda yoğurup ortaya çıkarmak başka bir şeydir. Evet, torunuyum; çoğu meselede onunla aynı fikirdeyim. Ama aynı fikirde olmam; dedem söylediği için değil; onun tam da istediği gibi çoğu şeyi okuyup kendi fikir dünyam yardımıyla bulmamla oldu.” Yeniden romana dönecek olursak, yazar aslında tüm bu edebi saklambaç oyununun içinde biz okurlarına bir başka “oyun”u gösteriyor: Kader deyip geçtiğimiz, ona tabi olmaktansa kendi irademizle değiştirebileceğimizi sandığımız o büyük ve asıl hikâyenin bir simülasyonunu sunuyor bize. Her ne kadar yazar bizi metne davet etse de, karakterler yazarına karşı gelip oyunu bozmaya çalışsa da, aslında kaderin akıp giden suyunun önünde ne kadar aciz olduğumuzu anlamamızı istiyor yazar bizden. Hayatın kontrolünün (tıpkı bu kurmacada da olduğu gibi) ellerimizde olduğu yanılgısından bizleri sıyırıp, gerçek anlamda özgürleşmemiz gerektiğinin farkına varmaya davet ediyor.
Kitabın giriş epigrafının, Necip Fazıl’ın şu iki dizesi olduğunu hatırlatarak bitirelim yazımızı: “O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın? / Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?”
Sevgili okur, daha ne kadar saklanacaksın? Kaderden daha ne kadar kaçacaksın? Sobelen artık!
Yeni yorum gönder