Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

   

Şahane Bir Kitap


Şahane Bir Kitap

Şark cephesinde 3 bin 500 yıldır yeni bir şey yok!




Toplam oy: 1114
Nurdoğan Gülen
Alfa Basım Yayım Dağıtım

Günümüzden 3 bin 500 yıl öncesi... Anadolu’nun içinde, tam kalbinde Mısır, Babil ve Sümer İmparatorluklarına karşı hem güçte hem kültürde denk yeni bir imparatorluk kurulmakta... Değeri çok sonradan anlaşılacak olsa da, etkileri günümüze dek uzanan Hitit İmparatorluğu ve onu en güçlü, en mamur hale getiren “Bin tanrılı kralı” Şuppiluliuma... Ömrünü Anadolu’da yaşayan toplulukları tek bir çatı altında birleşmeye adayan, savaşçı, cesur bir kumandandan ve yaptığı her şey tek tek yazıya dökülmüş bir kraldan söz ediyoruz; kendilerine Hatti diyen Hitit halkının dilinde söyleyecek olursak büyük bir “lugal”den. Yaşamı, Anadolu halklarının tarihiyle de, talihiyle de bir. Roman gibi kaleme alınmış bir tarih kitabına kahramanlık edecek kadar da bugünün Anadolusuna ışık tutuyor. 

Bugün Hint-Avrupa dil ailesinin bilinen en eski dilini konuşan Hitit İmparatorunun dili ancak 1940’lı yıllardan itibaren çözülmeye başlamıştı. Şuppiluliuma’nın yazıya dökülen yaşamında ise hem Hititlerin geçmişi ve geleceğini hem de Anadolu’nun kaderini okumak mümkündü. Ondandır ki arkeolog Nurdoğan K. Gülen, tarih sahnesinden günümüze geç de olsa ulaşan bu büyük imparatorluğu anlatmak için Şuppiluliuma zamanını seçmiş “Anadolu’nun Bin Tanrılı Kralı Şuppiluliuma” adlı çalışmasında.

Bitmek bilmeyen isyanlarla, savaşlarla ve bunların doğal sonucu olarak da kıtlıkla, açlıkla yangın yerine dönmüş karmakarışık bir coğrafya olarak karşımıza çıkıyor 3 bin 500 yıl öncesinin Anadolusu; günümüzden pek de farklı olmayan bir şekilde... Güney’de Mısır, Güneydoğu'da Babil, Sümer ve yeni yeni ortaya çıkmaya çalışan Asurlar... Her halkın kendine göre onlarca tanrısı var, tarımla birlikte artık anaerkil yaşam tarzı yerini ataerkilliğe bırakmış, dünün büyük tanrıçaları yeni büyük tanrıların eşlikçisi haline gelmiş, gündelik hayatın ancak tali bekçileri oluvermişler bile. Hatta tektanrılı inanışın ilk örneği Mısır’da görülmek üzere... Kızılırmak havzasının içinde, Anadolu’nun derinliklerinde giderek yükselmeye başlayan bir devlet, kendi kurtuluş mücadelesini verip, çevresindeki şehirleri, beylikleri hatta imparatorlukları kendisine bağlarken, savaştığı halkların inançlarını, tanrı ve tanrıçalarını da kendine katıyor, hepsini kabul edip onlara saygıda kusur etmiyor. Ondandır ki Şuppiluliuma Anadolu’nun bin tanrılı kralı olarak anılıyor, ondandır ki Anadolu’da diller ve dinler bugün bile her şeye rağmen hala bir arada yaşamayı sürdürüyor. Kendine Güneş Lugal ismini veren Şuppiluliuma, Anadolu’ya Güneş kültünü getiren kral, savaşçılığıyla da hoşgörüsüyle de bu toprakların büyükbabası olduğunu kanıtlıyor.

Tektanrıyla ilk imtihan!
Başta da söylediğim gibi, Nurdoğan K. Gülen, Şuppililuima özelinde Hitit İmparatorluğunun hikayesini roman tadında aktarmayı başaran bir çalışmaya imza atmış “Anadolu’nun Bin Tanrılı Kralı Şuppiluliuma”da. Bin yılların ötesinden günümüze ulaşmayı kırık dökük de olsa başaran saray kayıtları aracılığıyla bu uzak döneme ışık tutuyor yazar. Daha çok Şuppiluliuma’nın yine kendisi gibi kral olan oğlu Murşili’nin kaleminden okuyoruz o dönemde olup bitenleri. Murşili babasından öncesine de uzanıyor, dedesi zamanında olup bitenleri, babasının olaylı biçimde tahta çıkışını anlatıyor, sözüne hiç mi hiç cimri olmadan yapıyor bunu hem de. Öyle ki kral tahta çıktığında başına gelebilecekleri, nelerle uğraşacağını, dostunu düşmanını anlayıveriyoruz. Devamında ise dünya kültürüne damgasını vurmuş Mısır medeniyetinin yine en olgun çağlarındaki yapısını, o dönemdeki hanedan ailesinin özeliklerini, bu medeniyetin himayesinde gelişip serpilen diğer medeniyetleri görüyoruz. Öyle ki bir firavunun tapınak ve rahip masraflarından kısmak için tektanrılı dine geçişine bile şahit oluyoruz. Her ne kadar başarısız olsa ve o ölür ölmez Mısırlılar tektanrıyı unutup onlarca tanrı ve tanrıçalarına geri dönseler de, insanlığın bilinç dışına,  tektanrı anlayışı, inancı ağır ağır giriyor.
Ortadoğunun kaderine binyıllarca damgasını vuracak Sami ırkı da Apirular adıyla Şuppiluliuma döneminde ortaya çıkmaya, halkların kaderlerini etkilemeye, şimdilik savaş ve yıkımla, başlıyor. Dönemin kadınlarının halinin ise tanrıçalardan bir parça daha kötüye gittiğini görüyoruz. Tarım toplumu onları aile adı altında öğütmeye koyulmuş bile. Ensest yasaklanmış, soylu sınıfı oluşmaya başlamış, saraylı kadınlar, barış rüşveti olarak saraydan saraya diğer hediyelerle birlikte naklediliyor, kızkardeşlerin başka ülkelerin saraylarında doğan çocukları ise birbirlerini öldürüp hayatlarını ve ülkelerini kana buluyorlar. İktidara ve onun katalizörü olan altına sahip olmak adına yapılıyor bütün bunlar. İktidar hırsı ve para; tarihin her döneminde olduğu gibi Kral Şuppiluliuma’nın zamanında da kralları ve varislerini öldürüyor, ayaklara dolanıyor, kirli siyasetler yaratıyor. Ama ikisinden de bir türlü vazgeçilemiyor, vazgeçilemiyor...

Sengar-Sincar, Niblani-Lübnan, Nenaşşa-Nevşehir, Miizri-Mısır, Kargamiş-Kargamış, Halpa-Halep, Beruta-Beyrut, Adaniya-Adana, Anziliya-Zile ve daha pek çoğu... Dönemin şaşılacak derecede bizim verdiğimiz isimlere benzeyen yer isimleri o dönemden bugüne değişmeden gelen bir diğer unsur kuşkusuz. Ancak değişen şeyler de var elbette: Anadolu’nun kil tabletlerden okuduğumuz baş döndürücü bitki ve hayvan çeşitliliği, tanrılar aracılığıyla doğayı kutsallaştıran, onun işine karışmaktan çekinen insan bilinci, mevsim dönümlerini bayramlaştıran dini eğlence tarzı ve gündelik hayata yansıyan daha niceleri...

“Anadolu’nun Bin Tanrılı Kralı Şuppiluliuma”nın hikayesinde bilinmeyen bir geçmişi değil, bugünümüzü oluşturan kültürel altyapıyı, siyasi anlayışı okuyoruz. Ve görüyoruz ki şark cephesinde yaklaşık 3 bin 500 yıldır yeni bir şey yok!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.

Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.

Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.

Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.