“Ancak sözcüğü, sandalyenin altına gizlenmiş afacan bir çocuk gibidir. Henüz görmediğiniz sözcüklere mürekkep sevk eder. Ve sözcükler, kağıdın üzerinde akar, sınırı aşar gider. Son diye bir şey yok. Öyle düşünüyorsanız, doğaya kanmışsınız demektir. Sadece başlangıçlar vardır. İşte bu da o başlangıçlardan biri.”
İşte böyle bitiyor Hilary Mantel’ın Ölüleri Getirin'i. Başlayarak biten bir hikaye düşüncesi, kuşkusuz çekici ve kuşkusuz ki hikayelere yaklaşımımız gereği kışkırtıcı, tedirgin edici. Ölüleri Getirin başlı başına tek bir roman gibi de okunabilir ancak bir üçlemenin tam ortasında duruyor aslında. Ve işte tam da bu yüzden, ben yine de her şeye baştan başlamalıyım belki de...
Evet, 2009 yılında Tudor Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Kurtlar Hanedanı ile Man Booker Ödülü’nü almıştı Hilary Mantel ve dikkatleri üzerine çekmişti. Derken şu an Türkçesini elimde tuttuğum ikinci kitap Ölüleri Getirin geldi ve şaşırtıcı biçimde ikinci Man Booker’ını da kazandırdı Mantel’e. Yazar böylece Man Booker ödülünü iki kere alan tek kadın yazar olarak edebiyat tarihine adını yazdırmış oldu. Hal böyle olunca, yazara, kitabın konusuna, kurgusuna, hikayenin işleniş biçimine dair de nice tartışmalar hasıl oldu. Tuhaf olan bu tartışmaların bizim topraklarımıza pek uğramamasıydı. Tarihi sünni-beyaz-erkek bakış açısıyla yeniden yazmaya ve yorumlamaya soyunan pek çok yazar Türk edebiyatını ve gündemini bunca meşgul ederken, belki de İngiltere’nin en acaip, en hararetli dönemine dair yeni bir yoruma kendi içimizde yer açmamız zordu. Karşılaştırmalı edebiyat doğası gereği, kendisinden başkasına da bakabilenleri içeriyor olmalı ki, bu da başka bir yazı konusu.
Tarihi yazmak, tıpkı gördüğünüz bir rüyayı bir başkasına anlatmak gibi gelir bana hep. Anlatmaya başladığınız anda değişir, bambaşka bir hal alır, öyle tuhaftır ki siz anlattıkça gerçekte ne gördüğünüzü artık anımsayamaz olursunuz ve anılarınız yoksa eğer, olan biten artık sadece anlatıklarınızdır. İşin içine subjektif hisleriniz karışır, kendi kendinize itiraf etmekten kaçındığınız ve sizi ele vereceğini hissettiğiniz şeylere karşı devreye soktuğunuz bir özsansür sistemi devreye girer, ister istemez. Çoğu zaman hiçbirinin farkında bile olmazsınız. Sonra unuttuklarınız vardır bir de, unutmak da netameli bir konudur. Neyi niye unuttuğumuz üzerinden bambaşka bir gerçeklik sayfası açılabilir pekala önümüze, ama gel gör ki unutmuşuzdur işte. Rüya zaman, tarih zaman...Neticede her şey gelir de zamana bağlanır. Zamansa varoluşunu devam ettirebilmek için, hep yeniden yeniden yazılır, kendini yazdırır.
“Sabah Cromwell’i zindana atın... Akşam geri geldiğinizde onu kadife bir yastığın üzerinde tarlakuşu yerken ve tüm gardiyanları kendine borçlandırmış olarak bulursunuz.” Sanırım kahramanlık öykülerimiz bir parça değişmeye başladı. Evet yüreğimiz hala kılıcın, asanın ve tacın dünyasında atıyor lakin, gerçek gücün kılıç sallayana değil o kılıcı sallatana, taç takana değil, tacı o başa takana ait olduğunu yavaş yavaş kavradığımızdan beri, ve güce tapmaktan da vazgeçemeyeceğimiz için, şimdilerde daha çok iktidar oyunlarına düştük. Perdenin arkasında olan bitenleri bilmek, iktidar alanının gerçek muktedirlerini okumak/izlemek peşindeyiz. İşte Thomas Cromwell tam bu noktada karşımıza çıkıyor haliyle.
Cromwell, İngiltere’nin aşk, entrika, iktidar oyunları açısından en şenlikli dönemlerinden biri olan VIII.Henry zamanında, sıfırdan iktidara yürüyen ilginç bir tarihi kişilik, güçlü çok güçlü bir devlet adamı. Üçlemenin ilk kitabında 1520 yılının, felaketin eşiğindeki İngilteresi ile tanışıyoruz. Eril iktidarların derdi hep aynı: Bir erkek varis. VIII. Henry, kendisine bir erkek evlat veremeyen kraliçesinden ayrılmak ve Anne Boleyn’le evlenmek istiyor. Elbette ki Papa ve Avrupa’nın diğer iktidar ortakları ona karşı. Üstüne üstlük kralın baş danışmanı yerinden edilince, ortaya müthiş bir karmaşa çıkıyor. Ve her zaman olduğu gibi kaos, yeni düzeni doğuruyor: Thomas Cromwell, düzene, meclise, Papa’ya ve diğer herşeye kafa tutarak, düzen ve ezber bozarak iktidar basamaklarını bir bir tırmanmaya başlıyor.
Ölüleri Getirin'de ise Anne Boleyn sahnede. Kral onu Cromwell’in sayesinde kraliçe yapmış, ancak gelen varis yine bir erkek değil. Üstelik büyük aşkı da tavsamış durumda. Anne Boleyn gibi zeki, küstah, etkileyici bir kadının Cromwell’le anlaşması ise tabii ki imkansız. Ölüleri Getirin bu anlamda Anne Boleyn’in ölüme giden tekinsiz hikayesini merkez alıyor. Diğer yanda ise taht oyunlarının, tüm kötücül ve doğası gereği kötücül olduğu kadar zarif ve etkileyici yanlarına odaklanıyoruz.
Çoksesli bir anlatım biçimi var Mantel’in, ancak bireyin çoksesliliği gibi bir çeşitlilik bu. Gerçeklerin olduğu kadar rüyaların, gücün olduğu kadar için için bildiğimiz zaafların, yaşayanların olduğu kadar ölenlerin, öldürülenlerin dünyasını yazıyor, yani kısacası insanın... Kimbilir belki de sırf bu yüzden sevmeyebilirsiniz kendisini, ya da tarihi yorumlama biçimi size uzak gelebilir. Ya da çoğunluğun tersine güç ve iktidar adına yapılan kıyımlardan, kötülüklerden büyülenme havasına kendinizi kaptırmaya istekli olmayabilirsiniz. Ancak Mantel’in yazım gücünden, insan benliğine nüfus etme biçiminin etkileyiciliğinden şüphe duymayacağınız kesin.
Ölüleri Getirin'i okuduktan sonra, "Taht oyunları, ister tarihte ister şimdi, ister gerçekte ister fantastikte, etkinliğini ne zaman kaybedecek?" diye soruyorum kendime. Artık kaybetse... Yazıldıkça ve okundukça o da olacak belli ki.
Yeni yorum gönder