Yayımcısı Levent Yılmaz’ın da pek güzel ifade ettiği gibi “mücevher pırıltısında” bir novella var elimde. Türünün gerektirdiği üzere kısa, büyük bir özenle işlenmiş ve pırıltısıyla okurunu büyüleyen bir romancık, “Mrs. Stone’un Roma Baharı”. Yazarı ise, Arzu Tramvayı, Kızgın Damdaki Kedi, Gençliğin Tatlı Kuşu gibi oyunlara imzasını atmış, 20.yüzyılın en önemli oyun yazarlarından biri, Tennessee Williams.
Williams, elimizden tutup bizi pırıl pırıl bir Roma baharına götürüyor; daha doğrusu güneşin altın rengi ışığıyla baştan aşağı yıkanmış bu şehirde, baharın her şeyi apaçık eden ışığıyla ne yapacağını bilemeyen Karen Stone’un son baharına... Mrs.Stone, Amerika’nın bir zamanlar güzelliğiyle pırıl pırıl parlayan ama şimdi gözden düşmüş, elli yaşına gelmiş yıldızı. Son oyunuyla büyük bir hezimete uğrayıp zengin kocasının ölümünün ardından kendini Roma’ya hapsetmiş. Yazar, onun sonbaharını Roma baharı içinde anlatıyor ancak, Roma’nın üç bin yıllık geçmişi ve eskiliği bu bahara ironik, acımasız bir eda katıyor. Tıpkı Karen Stone’nun etrafındaki tüm o zalim sözde dostlarının da yaptıkları gibi.
Eski hayatından ve dostlarından sonuna kadar kaçan Mrs. Stone, evinde verdiği bir partide Amerikalı bir gazeteciyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Gazeteci dostu onu son derece Amerikanvari bir yüzleşmeye itiyor. Ancak çok geç. Her şeye rağmen güçlü olması gerektiği, ipleri elinde tutabileceği, dedikoducuların ağzını kapatabileceği, küllerinden yeniden doğabileceği... Çok geç... Stone, güzelliği bir yana, oyunculuk yeteneğinin aslında ne kadar zayıf olduğunun farkında. Yıllar güzelliğini geri alıyor, güzelliğinin gidişi ise ne yaparsa yapsın oyunculuk kariyerinin bitmesi demek. Tennessee Williams’ın pek çok belli başlı kadın karakterinde gördüğümüz bir tür acımasız farkındalık hali bu. Güzel ancak bir o kadar derinliksiz, aptal bir Brodway yıldızından beklenmeyecek bir farkındalık. Bu, bedene de ruha da nefes aldırmayan zalimane algı, kahramanımızın yaşamını her an kopmaya hazır gergin bir tele dönüştürüyor. Bir noktada öyle geliyor ki yazar, bedene hapsedilen kadın bilincinin çıkışsızlığını kahramanlaştırıyor.
Karen Stone’nun hayatına gençliği, yakışıklılığı, baş döndüren cinsel cazibesiyle giren Paolo karakteri ise, bir yanıyla Karen’in gençlik halini anıştırır. Güzel ve zalimdir. Gençlik enerjisinden ve pırıltısından yararlanmak isteyenlerin yüksek bir bedel ödemesi gerekir. Hayattaki rollerin değişimini bir türlü kaldıramaz Mrs. Stone. Paolo’nun da ona güzelliği, ünü ve çekiciliği yüzünden aşık olmasını arzular. Oysa Paolo, yaşlı ve zengin dulun jigolosudur nihayetinde. Bencil, bayağı ve satın alınabilir bir tüketim nesnesi... Düşler ve umutlar işe yaramamaktadır. Filmin kopacağı anı bekleriz büyük bir gerginlikle. Karen Stone için çıplak gerçeğin kabullenileceği anı ve daha da önemlisi kabullendikten sonra kahramanımızın nelere sürükleneceğini... Stone’nun umutsuz düşleri, sanatın haince beslediği yanılsamalarla dolu hayatı ve bilincinin gidip gelişleri gerçeğe çarptığı an ne olacaktır?...
“Kapıldım gidiyorum, gidiyorum, dedi Mrs.Stone kendi kendine. Apartman dairesinin dört bir yanını dolaştı. Yatağın uçsuz bucaksız beyaz yalnızlığına baktı. Hiç ses çıkarmadan durdu, etrafı dinledi. Öylesine kulak kesilmişti ki, yan odadaki saatin tik taklarını duyabiliyordu. Evet, zaman da kapılmış gidiyordu. Uyku, asırlık kentin üzerinden kapılmış gidiyordu. Pencerelerden dışarıya baktığında ya da terasa çıktığında gökyüzünün bile kapılıp gittiğini görebiliyordu. Her şey kapılmış gidiyordu. Zamanın ve varoluşun dev adımlarla kapılıp gitmesinden başka ne vardı ki? Ah, evet. Mısır’dan gelen dikilitaşın dibinde tek başına duran o gözcü. O karaltı hiç mi hiç kapılıp gitmiyor gibiydi. Paolo akşamın erken saatlerinde sözünü ettiğinden beri hala aşağıda kıpırdamaksızın duruyordu. Ama geri kalan her şey kapılmış gidiyordu.”
Peki kahramanımız kapılıp gitmeyi kestiğinde ne olacaktır?...
“Bu edebi gelenek içinde büyük bir şiirle gezinmesi, üstelik sürekli zaman kaymalarından (birbirinin içinden çıkan bir dizi geri ve ileri dönüş hareketinden) oluşan ve kadın kahramanın bilincindeki kaymalarla ilerleyen bir yazıyı kurmasındaki ustalık Mrs. Stone’un Roma Baharı”nı türdeşleri arasında benzersiz bir yere getiriyor. “Mrs. Stone’un Roma Baharı”nı Türkçeleştiren Fatih Özgüven’in Sonsöz’de yer alan bu tespitine katılmamak mümkün değil. Novellaların günümüzde giderek daha az yazıldığı ve okunduğuna dair serzenişine de öyle.
İçinde yaşadığımız roman çağı her türlü edebi türü silip süpürüyor, en iyi ihtimalle kendi içinde hapsediyor. Ve bize mücevher gibi işlenmiş, yetenek ve emekle parlayan novellaları da neredeyse unutturuyor. Hatırlamak için “Mrs. Stone’nun Roma Baharı”nı hararetle öneririm.
Yeni yorum gönder