Edebiyatımızda pek sık görülen bir şey değildir kadın kahramanların hikayeleri. Özellikle son dönem genç edebiyatımızda bile yine eril bakış açısının, erkek yazarların, erkek kahramanların görece hakimiyeti düşünülürse… Ondandır ki, derin bir soluk alarak başlıyorum Figen Şakacı’nın Pala Hayriye’sine. Bir büyüme, olgunlaşma hikayesiyle baş başayız. Daha doğrusu Şakacı'nın, Bitirgen'le başladığı büyüme hikayesinin devamıyla.
“Hamım ben daha; dalıma yabancı, ağacıma küs, köküme çekingen. Düşme korkusundan olgunlaşmaya meyletmeyen… Ham kalmaya söz vermek üzere çıkıyorum, beni on sekiz yaşıma kadar besleyen evimden.”
Böyle başlıyor anlatmaya Hayriye. Ayak seslerinden ürkerek yürüyen, etrafındaki herkesin yalayıp yuttuğu hayatın acemisi; yaşama hiç tutunamayacak gibi görünürken, cesur yüreği ve talihinin yardımıyla bir kenarından illa ki teyellenen bir kahraman. Kadın olduğundan mıdır nedir, aslında kahraman olmayan bir kahraman. Hayriye’yi evden kaçıp üniversiteye başladığı gün tanımaya başlıyoruz. Cebinde beş parası, gidecek hiçbir yeri yok. Elinden birileri tutuyor, arkasından birileri ittiriyor; yüreğinde devrimcilik, 90’lı yılların gölgelerinde geziniyor Hayriye. Feminizmi, Lenin’i, Marx’ı anlamaya çalışırken kendini de anlamaya çabalıyor. “Ne zaman ki her şeyden korkmaya başladım, büyüdüğümü anladım”, diyor. “Ne zaman ki dünyayla arama kelimeler girdi, tersine akmaya başladı nehirim”, “değiştirmek istediğim bu dünya, hiç istediğim gibi olmadı” diyor. Ve belki de en can alıcısı, “Düşündükçe yeniden yazdığım, her satırıyla oynayıp yeni baştan kurguladığım bir tarihim var sanki.”
Ona işi sorulduğunda, süklüm püklüm, yazı çizi, diyerek cevap veren Pala Hayriye, sıkı bir gazeteci olur günden güne. Eli kalem tutar, gözleri açılır bir bir... Onun yaşadıklarının, düşündüklerinin, yapıp ettiklerinin, zannettiklerinin bir izdüşümü olan anlatısı da kendi tarihinin yeniden yeniden kurgulanmasından ibarettir aslında. Ya da en azından yazarın bize hissettirmeye çalıştığı şey budur. Bu anlamda ne kadar gerçekçi görünse de, düşler ve yalanların da içine sızdığı bir dünya çıkar karşımıza.
En büyük meselelerinden biri kadınlık
Pala Hayriye'nin en büyük meselelerinden biri de elbette kadınlık, kadınlığı. Ona yakıştırılan bu toplumsal cinsiyet kimlik bilgisini bir türlü yerine oturtamayan kahramanımızın aşkı da cinselliği de havada kalıyor, başkalarının düşüncesinde “olması gerektiği gibi” olmuyor. Giyiminden kişisel bakımına, hayata karşı verdiği tepkilerden cazibesizliğine, gülmesinden ağlamasına kadar uzanan bir liste boyunca “kadın” olamıyor Hayriye. En başta bir büyüme hikayesi demiştik ya, sona doğru bunun bir büyüme değil bir olmama, olamama hikayesi olduğunu iyiden iyiye anlıyoruz. “Belki itiraf vaktidir artık; ben kendimin en büyük hayalkırıklığıyım. Çünkü olmadım, kim kıstıysa bu kazanın altını bir türlü pişmedim.”
Söz konusu olmama, olamama durumu üzerine Pala Hayriye aracılığıyla düşünürken, edebiyatımıza damgasını vuran kaybetmiş, tutunamamış, olmamış kahraman anlatılarının gün geçtikçe, bu olamama halinden bir ayrışma, olanı (elbette kendi muhayyilesine göre) giderek daha sert yargılama halinin, ben ve ötekinin karşında kalan açıklığa kibrin sızması gibi bir durumun gölgesi düşüyor. Pala Hayriye de bu gölgeden mustarip ne yazık ki, toplumsal eleştirisi her satırından fışkıran roman boyunca, yazarın yargısını romanın anlatısının önüne geçecek derecede hissediyoruz. Üstelik gerçek toplumsal olayların hikayenin içine sızdığı bölümler de roman kurgusunda iğreti durabiliyor zaman zaman.
Ama Pala Hayriye bir yandan da, artık hemen hepimizin kanıksadığı çarpıklıklara, ikiyüzlülüklere, toplumun “gerekli” gördüğü, temelde ise hiç de gerekli olmadığını bildiğimiz şeylere şaşırır, üzülür, ayak direrken, bizim de içimize sular serpiliyor.
Kısacası, karışık duygularla ayrılıyoruz Pala Hayriye'nin dünyasından. Büyümek sancılı, olamamak içi keder dolu bir sevinç ne de olsa!
* Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder