6 Haziran 1916, Wych Cross, İngiltere’deyiz. Bir tür kötülükler şatosu, şer yuvası burası... İblis Kral, yani Rodrick Burgess, tarikatının üyeleriyle beraber, 'Ölüm'ü çağırıp hapsetmek niyetindeler. Ayinin sonucunda bir şey gelip tuzaklarına takılıyor ama o 'Ölüm' değil. Ölümsüzlerin işlerine burnunu sokan İblis Kral’ın elindeki varlık 'Ölüm'ün erkek kardeşi 'Düş', yani Morpheus yani Sandman’in ta kendisi… Efsanevi kahramanımızla işte böyle, başta kendisi olmak üzere dünya üzerindeki tüm düşler tutsak edildiğinde tanışıyoruz. Fantastik edebiyattan çok iyi tanıdığımız Neil Gaiman’ın 11 ciltlik çizgi roman serisi Sandman'ı; doksanlı yılların en çok beğenilen, en çok ödül kazanmış ve çizgi edebiyatın efsanelerinden biri haline gelmiş bu destansı anlatı Düş Müziği ile başlıyor…
Dünya üzerindeki düşler iyiden iyiye kabusa dönmüş ve insanlık düşlerinde çıldırmış durumdayken henüz 'Düş' olduğunu bile bilmediğimiz varlık tutsak bir halde bekliyor. Bekliyor ki onu tutsak edenlerin zamanı geçsin, ölüm diyarına geri dönüşü olmayan bir şekilde adım atsınlar. Öyle de oluyor. Yıllar geçiyor, Sandman’in çıkış vakti geliyor. Esaretten kurtulduğu an anlıyor ki, kendi gücünden ve kendi varlığının özünden yarattığı üç eşya sırra kadem basmış. Onlar olmadan Sandman’in gücü yok, onlar olmadan insanlığın düşlerinin düzene girmesi imkansız. Ve tek tek peşine düşüyor Sandman; maskesinin, düş
kesesinin ve güç yakutunun… Maskesini geri almak diğerlerine göre kolay oluyor. Düş kesesi de öyle. Cehennem zebanilerinden biriyle yaptığı düello pek şık, ve onun bir kahraman olarak duruşunu belirginleştiriyor gözlerimizin önünde. Düelloyu, 'umut'la kazanıyor Sandman ve maskesini ele geçiriyor. Ancak yakutu ele geçirmek yine de böylesine kolay olmayacak. Çünkü onu kullanan ölümlü 'Düş'ün varlığına ve gücüne elini uzatmış, ondan bir parça koparmış durumda. Sonla başlangıç arasında zarif bir dans gerçekleşiyor ölümlü ile bu ebedi varlık arasında. Ancak bu okuduğumuz/izlediğimiz, başarıyla taçlanarak mutlu sonla biten bir süperkahraman hikayesi değil. Nihayetinde eski gücüne karışan Sandman’in bundan sonrasıyla ilgili soruları ve sorunları var. Düştüğü bu durumdan onu beklenmedik bir şekilde çıkagelen kızkardeşi 'Ölüm' çıkarıyor.
'Ölüm', en az 'Düş' kadar zarif, latif ve eksantrik elbette… Ama aralarında derin bir fark var. 'Ölüm' erkek kardeşine göre kesinlikle daha bilge... Bu bizi hayal kırıklığına uğratmıyor, kahramanımızla aramızı açmıyor, çünkü biliyoruz ki Sandman kızkardeşi 'Ölüm' kadar bilge olsaydı, okunmaya değer bir yolculuğu, bir dizi hikayesi de olamayacaktı.
Başta da dediğim gibi Sandman 11 ciltlik epik bir çizgi anlatı. Neil Gaiman dünya üzerinde kadınlar tarafından en çok okunan çizgi-roman serisi olarak da kabul edilen Sandman'de, her şeyden önce antik mitlerle modern mitleri harmanlayarak onları, insan bilincinin en derinlerinde yatan karanlık fantezilerine dönüştürür. Bir yandan da, çağdaş kurgunun inceliklerinden, tarihi dramadan ve destanlardan yararlanır. Bu çizgi anlatının en önemli özelliklerinden biri (Sam Kieth, Mike Dringerberg ve Malcolm III gibi muhteşem çizerlerinin olmasının yanı sıra) bir yandan son derece akıcı bir şekilde ilerlerken, diğer yandan destansı hikayesinin yavaş yavaş ve merak uyandıracak bir şekilde gelişmesidir. Gaiman epik fantezilerin en başat meselesi olan kahramanın oluşumu, kahramanın yolculuğu meselesi üzerinde de titizlikle durmakta. Okurun gözleri önünde büyüleyici bir çizgikarakter şekillenmekte, kahramanlaşmakta, var olmaktadır.
Yazın serinlemeye yüz tutmuş bu son günlerinde, tenhada, belki ağaç altlarında;11 ciltlik bir çizgi-destana kendimi kaptırmak; mitolojinin, fantezinin, bilinçüstü ve bilinçaltının sınırlarında yani rüyalarda gezinmek gerçekten de düş gibi, geliyor. Düş Müziği'ni dinliyorum, düşlerin, ölümün ve yaşamın bilincimin sınırlarında kanat çırpışlarını duyuyorum, içimde yine de bir hafiflik duygusu, çizgiromanları işte bu yüzden sevdiğimizi, biliyorum…
Yeni yorum gönder