Patti Smith, iyi bir yazar, büyük bir müzisyen ve çağımızın en parlak görsel sanatçılarından biri belki. Ama sanırım bütün bunlar onun şair kimliğinin çok küçük parçalarından ibaret. Smith, sanki her şeyiyle şair imgesinin varlık bulmuş hali. Düşleri, gerçekleri, yalanları, büyük hayalleri ve hayalkırıklıklarını, varoluşun bütünün şiire çeviren…
Hadi, Tanpınar’dan bir küçük çalıntı yapalım; taştan düş, düşten şiir çıkarabilen… Türkçeye yeni çevrilen Hayalperestler'i, küçük bir anlatı kitabıyken nedir bu şair ve şiir vurgusu, diye soran olursa, kısaca söyleyeyim, bu kitabı bir şiir olarak okumanın dışında hiçbir yer bırakmamış bize Smith. 45 yaşının tüm olgunluğu ve üreticiliğiyle çocukluğun saf düşlerine dair nefis bir şiir kaleme almış.
Hayalperest… Kitaba hem adını veren hem de anlatının omurgasını oluşturan bu imgenin temelinde ikili bir anlam yatıyor. İngilizcede ‘woolgatherers’ sözcüğü hem hayalperest kişi anlamına geliyor hem de çayırlarda otlayan koyunların dikenli çalılara takılan yünlerini toplayan kişi veya çoban. Smith, çocukluğunun evinin penceresinden görünen çayırda, bazı hayaller görüyor gece vakitlerinde. Ya da belki de ayın ışığının, rüzgarın kıpırtısının ve gecenin karanlığının çayırda yarattığı hareketlerden olmayacak hayaller yaratıyor. Tıpkı pek çok çocuğun yapacağı gibi. Ama Smith’in pek çoğumuzdan farkı, bu hayalleri çocukluğun uzaklığında ve tekinsiz belirsizliğinde yitirmemesi. Taşı düşmüş yüzükler gibi dolanmayı, mantığın sesiyle koyulaşmış, kararmış ışıklara bakmayı reddetmesi… Yaşamına onları kurcalayarak, hayatın içinden bir şey olduklarını kabullenip sahiplenerek devam etmesi… “Hayalperestin tam olarak ne olduğundan emin değildim, ama kulağa önemli bir görev gibi geliyordu; tam bana göre işti yani. Ben de gözümü dört açıp, hava durumuna bakmaksızın onları takip etmeye başladım. Daha sonra perdeyi çeker, yatağıma uzanır, ama uyuyamazdım; cep fenerimin ışığında onlara isimler vererek, cübbelerini, postallarını, evimiz dedikleri bulutları tasarlayarak kendimi eğlendirirdim. Hayalperestlerin o uykulu çayırdaki imgesi, benim de uykumu getirirdi. Sıra dışı bir görevle aralarında dolanırdım –dikenlere taşlara basa basa… Görevim, bir tutam yün gibi uçuşan düşünceleri rüzgarın pençesinden kurtarmaktı.”
Düşünceler bir tutam yün gibi rüzgarda uçuşur durur elbet ya, Çoluk Çocuk'ta da okuyup büyülendiğimiz gibi, Patti Smith rüzgarda uçuşarak kaybolmaya meyilli olan her şeyin peşine düşenlerden ve bunun görev edinenlerden. Belki de mesele rüzgarda uçuşan düşünceleri yakalayıp dile getirmesi, dil içinde hapsetmesi değil de, sadece bütün bunların peşinden koşmak üzere bir hayat inşa edebilmesi. Hayallerin içine oturan bir hayat, bir inanç sistemi… Şaşırtıcı bir şekilde, inatçı bir hevesle, ‘gökyüzünün avantajı’ hep onun üzerinde… Bir büyücü, bir şaman, bir hikaye anlatıcısı, bir sabık düş yaratıcısı olarak hepimizi peşi sıra sürüklüyor.
Dediğim gibi çocukluğundan, hayatın o en saf algısından vazgeçmiyor Patti Smith. Hayalperestler, bu vazgeçmeyişin narına yazılmış çok kişisel bir anlatı. Ancak bu türden kişisel anlatıların hep yaptığı gibi kendini okura kapatmıyor. Smith, tıpkı Çoluk Çocuk'ta olduğu gibi en mahrem yerlerini bize gösterdikçe yepyeni kurguların, yaratıcılık alanlarının, türlü esinlerin önünü açıyor. “Hayalperestler”in bir özelliği de yazarın beklenilenin aksine çeşitli hesaplaşmaları çocukluğa yükleyerek gerçekleştirmeye çalışmaması. Hesaplaşmıyor Smith, yaşamın ilk yıllarında içimizi saran o saf olağanüstülüğü dile getirmekten başka bir kaygısı yok gibi. Doğayla iç içe büyümenin coşkusunu da, bedeni ve zihni sakatlayan ailevi, kültürel, toplumsal baskıların etkilerini de aynı mesafede aktarmayı başarıyor. Belki de sırf bu yüzden onun çocukluğunun tüm ışıltısı böylesine içimize işliyor.
“Ressam olmayı hayal etmiştim etmesine, ancak sözcüklerin peşinde tapınaktan çöplüğe zıplarken, o hayalin tatlı bir renk teknesine kayıp gitmesine izin verdim. Tek başına bir çoban kız; rüzgarın, koyunun karnından kopardığı yün parçalarını tek tek topluyor. Buz gibi dalların dikenlerine takılmış düşünceler şakıyor. Ucu bucağı olmayan bir genişlikte, bir hayalet gibi, oradan oraya koşarak yüce ağaçlara sarıldım ve kendimi onların saf, melun kucağına bıraktım.”
Yeni yorum gönder