Bir süre önce mübadele döneminin edebiyata yansımaları üzerine küçük bir araştırma yapmıştım. Mübadelenin Türk edebiyatına yansıması o kadar cılız, Yunan edebiyatına yansıması o kadar büyüktü ki şaşırıp kaldığımı hatırlıyorum. Mübadelenin özel bir yeri de yoktu üstelik, toplumsal travmalarımızın hemen hepsi edebiyata çok ama çok az yansıyordu, tuhaf bir şekilde susmayı tercih ediyorduk. Olan bitenin sadece siyasi olması da gerekmiyordu hem. Sel felaketleri ve depremler bile ucundan kıyısından giremiyordu edebiyata. İyi ama neden? Kuşkusuz bu sorunun yanıtı bir, hatta birden fazla araştırma kitabına konu olabilir. Ama ben kendi adıma yanıtın yine de edebiyatta olduğunu düşünüyorum.
12 Mart edebiyatı var evet, ama bir 12 Eylül edebiyatı neden yok sorusuna dair şöyle bir yorum getirilmişti. “12 Eylül tüm ümitleri söndürmek için yapılmıştı, tüm ümitleri söndürmek ve anıları silmek için. O kadar güçlüydü ki artık kimse onları hatırlamak da istemeyecekti zaten, bunun için yapıldı ve başarılı oldu.” Öyle bir nesil yaratacağız ki, kim olduğunuzu hatırlamayacaklar, diyordu Evren. Öyle bir söz ki, kahredici, öyle bir söz ki insana tek başına kütüphanelerden taşacak kadar çok 12 eylül romanı, şiiri, öyküsü yazdırmayı şart koşacak cinsten. Oysa biz uzun, çok uzun süre, istisnalar haricinde, yazmayı değil kahrolmayı seçtik. Ta ki, gerçekten unutulmaya yaklaşıncaya, ta ki ki bu unutmanın etkisiyle mi bilinmez, yeniden direnmeye başlayıncaya kadar... Ece Temelkuran’ın Devir’inin, onun kendi kişisel yazım deneyiminin ötesinde, bu direnmeyi yeniden hatırlamaktan çıktığını zannediyorum. Gezi edebiyatı, dili aranırken, bunun bir park hikayesi anlatımından öteye geçeceğini, edebiyatın özüne bulaşacağını ve illa ki işe 12 Eylül’den başlanacağını bekleyen bir okur, bir edebiyatçı olarak, böyle düşünüyorum.
Devir, her şeyden önce, unutma ve hatırlama üzerine bir roman. Çıkış noktası ise dilsizlik. Döneme ait anlatamama ve kahrolma durumunun ötesine geçmeyi, bir yazar olarak, çocuk dünyasının dili-dilsizliği üzerinden tercih etmiş Temelkuran. İki kahramanımız var: Ali ile Ayşe. Yoksul bir direnişçi ailesi ile orta sınıf direnişçi bir ailenin çocuklarını, dönemin ruhu bir araya getiriyor. Olan biteni onların gördüklerinden, duyduklarından, unuttuklarından ve hatırladıklarından okuyoruz. Olan biten, 12 Eylül Ankarası’nın siyasi ve toplumsal gidişatı. Olan biten bir felakete, büyük bir felakete sürüklenen Ankara, büyük bir felaketi bekleyen milyonlarca insan, Türkiyeli... Olan biten, iki çocuğun, masalsı bir şekilde, yangın yerine dönen bir dünyanın içinden, kuğuları kurtarma hikayesi... Temelkuran verdiği söyleşilerden birinde “Romanda bir çocukluk dili kurdum ama bu dil benim gerçek çocukluk dilim mi yoksa sonradan icat ettiğim kurgusal bir dil mi, çok emin değilim,” diyor. Tabii ki sonradan icat ettiği bir dille karşı karşıyayız. Bir yazarın çocuğa, çocukluğa atfettiği bir dil. Özellikle seslere ve kokulara yaptığı vurgularla güçlenen ve etkileyici hale gelen bir kurmaca dil bu. Biz okurlar olarak aslında neler olduğunu çok iyi bildiğimiz bir hikayeyi, bu dil sayesinde okumaya devam ediyoruz. Üstelik toplumun birbirine değmeyen ya da birbirini görmezden gelen katmanlarının arasındaki mesafeyi de bu dil sayesinde aşıyor Devir’in anlatım biçimi. Ali ile Ayşe’nin hayatlarına devrimci abiler, ablalalar kadar, etliye sütlüye bulaşmayan, Dallas’ta Ceyar’ı tutan apartman komşuları Jale Hanım Teyzeler de girebiliyor. Hayat Ansiklopedisi de geçiyor ellerine Cumhuriyet gazetesi de, Hafta Sonu gazetesi de. Kulağa gitmesin diye fısıldanan tüm sözler onların çocuk kulakalarından süzülüp bize kadar gelebiliyor. En gizli sırlar, tembihler aracılığıyla okura açık ediliyor... Ancak kimi yerlerde bu kurmaca çocuk dilinin biraz fazla ağır kaçtığını düşünüyorum. Özellikle toplumsal olarak zaten çok ağır olan bu travma, çocuk gözünden ve yüreğinden anlatıldıkça daha da ağırlaşıyor. Yer yer okurun ilgisini soğutuyor.
Kuğu: Dilsizlik ve masumiyet
Tüm hikaye boyunca Ali ile Ayşe’nin dünyasına eşlik eden, Ankara’nın da simgesi sayılabilecek, kuğu metaforu. Kuğu, hem dilsizliğiyle hem de masumiyeti temsiliyle yer alıyor Devir’de ve romana masalsı, naif bir hava katıyor. Daha doğrusu dönemin sert ve acı olduğu kadar masalsı ve naif yapısıyla örtüşüyor.
“Bak Kuğulu’da üç ağaç var, üzerine yazmışlar Deniz, Hüseyin, Yusuf diye. Düşünmüyorlar, ağaç büyüyünce yukarı çıkacak o yazıyı, kimse görmeyecek. ‘Unutmadık, unutmayacağız’ diye iç serinletiyor insanlar. Bu çocuklar başka şeyler hatırlayacak, unutturmamaya çalıştıklarımızı değil. Ölümü hatırlamaz insan, hayatı hatırlar Aydın. Durmadan ölümü hatırlarsan sen de ölürsün (...)” Durmadan ölümü hatırlamak istemediğimiz, ölmek istemediğimiz için unuttuklarımızı bir yana koyup Devir’in sayfalarını çevirebiliriz. İç serinletmenin ötesine geçmek istediğimizi, unutmadan, yapabiliriz bunu. Yazarın düşlediklerine de denk düşebiliriz böylece, neden olmasın.
Sözün kısası kendi diline sahip, kurgusu iyi, duygusu ise ister istemez ağır bir romana imza atmış Temelkuran. Devir’in özellikle dönem anlatılarından, bu aralar bir parça moda da olmuş çocuk gözüyle hikaye etme tarzından, hoşlanan okurları eli boş bırakmayacağını düşünüyorum.
* Görsel: Ethem Onur Bilgiç
Yeni yorum gönder