“Bilişsel inşacılık”... Bilmem aramızda bu kuramı duyan var mı... Ancak şu kadarını söyleyeyim, duymayanlar için, vakit gelmiş de geçiyor bile... Şilili iki ilginç bilim adamı Humberto R. Maturana ve Francisco G. Varela bundan yirmi yıl kadar önce kafa kafaya verip insanın bilişsel yetileri hakkında çığır açan bir kuram ortaya atmışlardı. Ve başta evrimci psikoloji ve sinirbilim olmak üzere sosyal bilimlerin pek çok dalını etkilemeyi, hatta değiştirmeyi başarmışlardı. Amerika’da üniversitelerde, Şili’de ise lise düzeyinde ders kitabı olarak kabul edilen “Bilgi Ağacı”, işte bu ilginç kuramı kitaplaştırdıkları çalışma, nihayetinde Türkçede...
Maturana ve Varela, bilmeyi bilmekle başlıyorlar işe. Basit bir “kör nokta” deneyinden yola çıkarak algılarımıza olan güvenimizi sarsıyorlar önce, hem de son derece basit bir şekilde. Göstermek istedikleri ilk şey, bilimsel bilginin kesinliğe dair dayatmalarından bizi kurtarmak; dünyanın “mekanı”nı görmediğimizi, aslında sadece kendi “görsel” dünyamızı yaşadığımızı, dünyanın “renklerini” değil, kendi renk dünyamızı algıladığımızı, göstermek... “Bir dünya algılıyoruz. Ama bu dünyayı nasıl bildiğimize yakından baktığımızda, biyolojik ve sosyal eylemlerimizin tarihini dünyanın bize nasıl göründüğünden ayıramayacağımızı fark ediyoruz. Dünya o kadar bariz ve yakın ki onu görmek çok zor”, diyorlar.
Buna göre bilmek, bilen kişinin gerçekleştirdiği bir eylem ve bilenin yapısına bağlı olduğuna ilişkin farkındalık demekse eğer, peki o zaman eylem bilgiyi nasıl oluşturuyor? İşte bu soru bizleri insanın kökenine ve yapısına götürüyor ister istemez. Bu eksende evrenin kısa tarihine, oradan da ta hücrenin yapısından başlayarak canlıların organizasyonuna uzanıyoruz. Canlıların organizasyonlarını açımlarken çok beklenmedik bir noktaya getiriyor bizi yazarlarımız: Çoğalmanın/üremenin canlılar için temel ya da kurucu bir özellik olmadığını, dolayısıyla da organizasyonlarında herhangi bir rol oynamadığını, söylüyorlar. “Çoğalma/üreme canlıların organizasyonunun bir parçası olamaz çünkü bir şeyin çoğalması için, o şeyin öncelikle bir bütün oluşturması ve bütünü tanımlayacak bir organizasyona sahip olması gerekir. Bu her gün başvurduğumuz basit bir mantıktır. Dolayısıyla bu mantığı sonuçlarına götürecek olursak, bir canlının çoğalmasından/üremesinden bahsederken, bu canlının kendini kopyalamadan var olma kabiliyetine sahip olduğunu dolaylı olarak ifade etmiş olduğumuz neticesini çıkarmak zorunda kalırız. Bunun böyle olduğunu anlamak için bir katıra bile bakmak yeterlidir!”
Hal böyleyken konunun dönüp dolaşıp evrime gelmemesi mümkün mü? Değil elbette. Maturana ve Varela, evrimin kökenini anlamak için önemli bir anahtar veriyorlar elimize. Her çoğalma/üreme evresindeki farklılıklar ve benzerlikler arasındaki o vazgeçilmez ilişkide, organizasyonların korunmasında ve yapısal değişimlerde evrimin yapısını anlayabiliyoruz. Bu eksende “canlı” ve “çevre” arasındaki yapısal uyuma çekiyorlar dikkatlerimizi. Ve yine son derece ilginç bir noktaya işaret ediyorlar: “Canlı ve çevre arasındaki yapısal uyum çerçevesinde gerçekleşen etkileşimlerde, canlıya ne olduğunu çevredeki düzen bozulması belirlemez; daha ziyade canlı bütünün içerisinde gerçekleşecek değişimi belirleyen, canlının yapısıdır.” Bu son derece ilginç tespit, bugün çevremizle, dünyayla kurduğumuz ilişkinin düşünsel olarak sapkınlığını da ortaya koymaktadır kanımca.
Ve gelelim bireyoluş sürecine ve “dil”e. “Biz insanlar sadece dil içerisinde insanız”, diyor yazarlarımız. Birey oluş sürecimizi dille başlatıyorlar. Dilimiz olduğu için tasvir, hayal ve ifade edeceklerimizin sınırı yok, dilimiz olduğu için parmaklarımızı şıklatmaktan politika yapmaya kadar bireyoluş serüvenimiz süregitmekte... Dil, sosyalleşmenin önünü açmışsa eğer, sevgiye dayalı bir işbirliği sonucu ortaya çıkmış demektir...
Gelinen noktada dilin, birileri tarafından dış dünyayı anlamak amacıyla icat edilmediğini de kavrarız, onun dış dünyayı anlatmak için kullandığımız bir araç olmadığı da ortadır. Bilakis, “dilleştirme” yoluyla bilme eylemi, dil ekseninde bir dünya oluşturur. Ve kendimizi diğer insanlarla birlikte inşa ettiğimiz dilsen dünyanın dişlilerinden biri olarak buluruz...
İnsan zihnini ve bilme eylemini başlı başına bir doğa olayı olarak anlamlandırabileceğimizi söyleyen ve başta da dediğim gibi çığır açan bu iki bilim adamının çalışması bizim okullarımızda da ders programlarında kendine bir yer bulur mu bilemem ama, zihni ve ufku açık okur için “Bilgi Ağacı”nın şahane bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Yeni yorum gönder