Hayat insanın geçmişidir, ölümse henüz yürümeye başlamadığı bir yol, belki bilinmeyen ve hiç bilinemeyecek olan geleceği… Bu “hiç bilemeyecek olma ihtimali”, her şeye kadir, her şeye muktedir insan bilincini zedeler, zedeler de hayata ölüm ışığından baktırır. Daha doğrusu ölümün gölgesini düşürür tam hayatın ortasına, bazı bazı yaşatmaz olur…
Amerikan edebiyatının yaşayan en büyük yazarlarından, Musevi-Amerikan edebiyatının önde gelen ismi Philip Roth ise, bu “yaşatmaz olur” ifadesini, düşüncesini zaten ölmüş olan bir kahramanın ağzından vermeyi tercih etmiş. “Everyman”, Türkçeleşmiş haliyle “Sokaktaki Adam”, bir kısa roman, novella. Philip Roth, seksine yaklaşmış bir yazar olmasından belki de, 2006 yılında kaleme aldığı bu romandan itibaren hep kısa romanlar yazıyor. Yaşamın git gide içinden çekildiğini hissediyor da, bu çekilişi, bu başat duyguyu yaratım alanına taşıyor sanki... En azından “Sokaktaki Adam”ın okuruna verdiği ilk izlenim bu.
Başta da dediğim gibi kahramanımız bir ölü. Roman onun ağzından kendi cenaze töreninde başlıyor. Çok sevdiği erkek kardeşi, eski karıları, oğulları, kızı ve hatta hem hemşiresi hem sevgisi olmuş son gözdesi mezarı başındalar. Bu başarılı reklamcıya, oğullarına göre kötü, kızına göre iyi babaya, karılarına göre berbat kocaya, erkek kardeşi için parlak ama sağlıksız kardeşe, son sözlerini söylüyorlar arkasından. Bu sözlerin bir anlamı var mı? Hem de nasıl var, zira kahramanımızı, kahraman yapan şeyler bunlar. O, artık sadece onların giderek solacak olan anılarında, ama doğru ama yanlış değer yargılarında var.
An gelir beyaz adam ötekileşir…
“Sokaktaki Adam”, bir hesaplaşma romanı. Hayatla, kahramanımızın kendi kişiliğiyle, bu kişiliği üreten içinde yaşadığı toplumla ve hatta bedeniyle bir hesaplaşma. Bir ressam olabilecekken, reklamcılığı, sanat yönetmenliğini seçip, orta sınıf bir aile kurmuş sokaktaki adam, emekli olup lüks bir emekliler sitesinde yalnız kaldığında ise ömrü boyu özlemle beklediği o resimle dolu hayatın anlamsızlığını hissediyor. Çünkü emeklilik yalan, ne kadar harika, sanat eseri sayılabilecek resimler yaparsa yapsın, artık rüyasının anlamı boşalmış, kısacası fena halde geç kalmış. Paranın ve erkekliğin gücünün durmaksızın pompalandığı, bütün bunlara adeta tapılan bir toplum içinde, erkekliğini yaşla birlikte yitiren, parasının da bir öneminin kalmadığı noktaya gelen beyaz adam, ne yapsın? Spor yapmayı hiç bırakmamış, sağlıklı beslenen, içki, sigara içmeyen örnek beyaz adam belki de genlerinden gelen hastalıklarla nasıl boğuşsun? O hiç gelmeyecek gibi görünen uzak gelecek, bir gün ansızın geldiğinde, neyin önlemini alsın; hastanelerde, ilaçlarla, ameliyatlarla sona yaklaşan bir tekne kazıntısıyla baş başa kaldığında? “Yaşlılık bir savaştır” diyor sokaktaki adam, sonrasında ise fikrini değiştiriyor: Yaşlılık bir katliamdır!
“Bir ötekilik duygusu ele geçirmişti onu… Artık sabahları tahta kaldırımda onunla koşu yapan genç kadınlar dışında hiçbir şey, resim yapmak da, ailesi de, komşuları da, merakını uyandırıp ihtiyaçlarına cevap veremiyordu. Tanrım, diye düşündü, eskiden neymişim! Beni çevreleyen hayat nasılmış! Sahip olduğum güç! Hiçbir yerde bir ötekilik hissetmemek! Bir zamanlar tam bir insandım.” Amerikalı, başarılı beyaz erkek “öteki” olduğunu hissetmediği sürece tam bir insan… Ancak ne kadar ötelerse ötelesin yaşlılık geldiğinde, paraya, aileye, statülere, cinselliğe bakmıyor hayat, yine de seni öteliyor. Alınan tüm önlemler, yapılan tüm tasarruflar boşa gidiyor. Çünkü “öteki”ni aslında kendi elleriyle yaratıyor beyaz adam ve yaşlılık gelip çatınca yine kendi elleriyle yarattığı bir ucubeye dönüşüveriyor, sokaktaki adam oluyor.
“Sokaktaki Adam”, sadece bir hesaplaşma romanı değil, sarsıcı bir hesaplaşma romanı... Büyük bir ustalıkla, harika bir sadelikte yazılmış, Amerikan başat kültürüne karşı, onun içinden çıkan son derece gerçekçi, dokunaklı bir eleştiri. Philip Roth’la tanışmak için de açıkçası şahane bir fırsat…
Yeni yorum gönder