“Hiçbir gelgitin / Alıp götüremeyeceği, daha doğmamış insanların / Okyanuslar boyu okuyacağıdır o.” Destanlar, hiç şüphesiz en eski edebi fikirlerin en eski ifade biçimleri... Firdevsi’nin Şahnâmesi’nden alıntıladığım bu dizeler de söz konusu en eski edebi ifade biçimlerini nasıl da hala okyanuslar boyu okuduğumuzun bir kanıtı sanki.
“Duygusallığa dair büyük kapsamları, düşüncelerinin büyüklüğü, dillerinin evcilleşmemiş tutkusu ve seslerinin müzikal akışı”, bizleri bugün hala destanlara bakmaya zorlar. İnsanlığın tarihinden çok ruh halini anlatmaları, en derinlerimizde beslediğimiz düşünceleri açığa çıkarmaları da bu bakışı zorunlu kılar. Ve işte tam da bu nedenle destanlara aşina olmadan edebiyatı anlamak da ona yeni yaklaşımlar getirmek de mümkün değil, gibi görünür. Hele ki mitolojik arketipler tarafından şekillendirilmiş toplumsal hayatımız, ahlaki ve düşünsel yapımız düşünüldüğünde...
İnsanlık tarihinin bugüne kadar ürettiği bütün destanlara vakıf olmak elbette ki mümkün değil. Ama onlar aşina olmak, bu aşinalıkla içlerinden kendimize en yakın olanları seçip onlara yoğunlaşmaksa mümkün. Daha önce, “Kuzeylilerin Mitleri”, “Yunanların Hikayesi”, “Masallar ve Efsaneler”, “Wagner Operası’nın Öyküsü” gibi çalışmalara imza atan Helene Adeline Guerber, bu anlamda bizlere ışık tutmayı seçmiş bir tarihçi. Dilimize çevrilen “Destanlar Kitabı” adlı çalışması da işte böyle bir yönelimin eseri.
Tarihten bugüne kalan pek çok destanı ele almış Guerber. Yunan, Latin, İspanyol, Portekiz, İtalyan, Britanya Adaları, Cermen, Hollanda, İskandinav, Rus, Fin, Orta Avrupa ve Balkanlar, İbrani, Arap, Fars, Hindu, Çin ve Japon destanlarına uzanan geniş bir yelpazede yer alan örneklere yer vermiş.
Önce ele alacağı destanla ve destanların yazarlarıyla ilgili bilgiler verip daha sonra da destanların öykülendirilmiş bir anlatımını kaleme almış yazar “Destanlar Kitabı”nda. Malum, yüzlerce, bazısı binlerce sayfayı bulan orijinallerini tek bir kitapta toplamak mümkün değil. Başta da söylediğim gibi bu anlatılardan yola çıkarak hangi destana ilgi duyduğunuza karar verip orijinalini okumak size kalmış.
Yunan destanlarıyla başlıyor Destanlar Kitabı ve Latinlerin “Aenas”ı, İspanyolların “El Cid”i, Fransızların “Roland Türküsü”, İtalyanların “Kurtarılmış Kudüs”ü, Britanyalıların “Beowulf”u, “Arthur Divanı”, Finlerin “Kalevala”sı gibi destanlar başta olmak üzere daha çok Avrupa edebiyatına ağırlık veriyor. Ancak çalışmada Şahnâme’yi de, Mahabbarata’yı da bulabiliyoruz.
“Açtığı yerden beyaz kasımpatlarının,/ Duydum küçük bir çocuğun acıklı feryadını,/ Takip edince buldum, çiçekler arasında/ Güzel bir bebek, kıpkırmızıydı dudakları/ Ve gerçek bir mücevherdi, yumuşacık yanakları/Buda’dan gelen bir hediyeye yordum onu/ İmanımın mükafatı olarak ve büyüttüm/ Kendi çocuğum gibi, olsun diye kocamın/ Ve benim neşemiz ve yatarken bulduğumda seni/ beyaz açan yıldızçiçekleri arasında, o günün hatırasına/ Beyaz yıldızçiçeği adını verdim sana.” Kitapta yer alan, Çin ve Japon şiirine dair bölüm, çalışmanın belki de en dikkat çekici bölümü. Yıldızçiçekleri arasında bulunan bir yetim kızın, hayatın türlü aksiliklerine ve acılarına direnerek verdiği savaşta, büyüme yolculuğunda onu tüm destanlardan ayıran bir şeyler buluyoruz. “Beyaz Yıldızçiçeği”nin Uzakdoğu’nun tüm çekingen zarafetini üzerinde taşımasından mı, pek çok destandan farklı olarak kahramanının büyümekte olan bir kız çocuğu olmasından mı, yoksa sadece ve sadece destanın adından mı, bilinmez...
Sözün kısası, tarihi de edebiyatı da öğretmenlerin ve öğrenciler arasında olan “bir şey”den çıkaran çalışmalara duyulan ihtiyaca cevap veriyor “Destanlar Kitabı”. Bu anlamda da haftanın şahane kitabı oluyor.
Yeni yorum gönder