Ben bir küçük mavi su yosunuyum. Yaklaşık dört milyar yıldır var oluyorum bu gezegende. Hikayem önemli ama sırf uzun yaşım yüzünden değil. Çünkü, eğer insanlar maymundan geldilerse, maymunların da benden geldiklerine inanıyor bilim insanları. Her şey önce içimde bir yerlerde üremek için özel bir hücre meydana gelmesiyle başladı. Kamçılı, yüzme yeteneğine sahip, spor üretebilen ve sıkı durun; bir ağzı olan… Başlangıçta ağzımın bir önemi yoktu, çünkü kendi içimde enerji üretebiliyordum, yani klorofilliydim. Ağız bir hayaldi belki de… Ta ki bir türdeşim klorofilsiz, ağzı olan ve kamçılı bir hücre üretene dek. İşte böylece bitki olmaktan çıkıp ilk hayvan formunu aldım. Işık ve suyla yetinmiyordum artık, öteki canlı türlerini yutarak besleniyordum. Gerçekten yutabilen bir ağza sahip olmam önemliydi ya, eksik olan bir şeyler vardı yine de… Eksiği çekirdekli hücre haline gelerek tamamladım. Yani cinselliği keşfederek. Önceleri çekirdeksiz, cinselliği olmayan, birbirine temas ederek kromozomları paylaşan varlıklardandım, erdişiydim, ölümsüzdüm, bakterilerin arkaik dünyasında yaşıyordum. Çekirdeğe bürünüp cinselliği keşfetmek beni ikiye ayırdı hemen; eril ve dişil. Artık ölümlüydüm ve varlığımı sürdürmek için türlü yöntemler geliştirmem gerekiyordu, tüm evrenden saygı beklememek mümkün değil, çünkü tam 4 milyar süresince, değişerek, çeşitlenerek başarılı oldum. Ben küçük mavi su yosunu, hala varım, hep var oldum…
Yanlış anlaşılmasın, burada ana konumuz insan değil aslında, bitki. Çünkü Bitkilerin En Güzel Tarihi'ni okuyoruz. Gazeteci Jacquez Girardon soruyor, Avrupa Çevrebilim Enstitüsü Başkanı, biyoloji profesörü Jean-Mari Pelt, tarım-su ve orman mühendisi Marcel Mazoyer ve çöl bilgesi Monod botanikçi, zoolog, jeolog, arkeolog ve antropolog Thédore Monod yanıtlıyor. Bilim insanlarının ilksel çorba dedikleri ilk yaşam ortamından günümüze bitkilerin varoluş hikayelerini anlatıyorlar bize, tabii araya hayvanlar ve insanların tarihi de karışıyor ister istemez.
Çekirdekli hücrenin hikayesine devam edelim, zira içinde yaşam dediğimiz şeyin özü mevcut… Çekirdekli hücre demek iş birliği içinde olmak demekti. Onlar hayata adım atar atmaz iş birliği içinde çalışmaya başladılar. Çevreyle yüz yüze olan bir dış ve korunmaya alınmış bir iç kavramıyla biçimlenen bir iş bölümüydü onlarınkisi. Bu iç ve dış kavramları çok ama çok önemliydi. Çünkü hem bitkilerle hayvanların ve insanların ayrıştığı noktaya işaret ediyordu hem de onların birbirinden ayrı olarak var olmasının imkansızlığının altını çiziyordu. Jean-Mari Pelt’e kulak verelim: “Bir ağaca bakın: Yapraklı dallarını ileriye uzatır, yapraklar havaya uzanarak karbon gazı alır, bununla da şeker üretirler, oksijeni de dışarı verirler… Bu bitkilerin dünyasıdır. Bir bedene bakın: Dalları yoktur ama bronşları vardır. Bronşlar havaya değil kanın içine dalmıştır, kandan oksijen alırlar ve bununla beslenme yoluyla kana geçen şekeri parçalar, ardından şekeri tüketip karbon gazı açığa çıkarırlar… Bu da hayvanların dünyasıdır. Birbirini tamamlayan yeşil dünyayla kırmızı dünya arasındaki benzerliğe bakın. Biri bir şeyleri dışarı atarken öteki içine alıyor. Güneş ışığına mümkün olduğu kadar büyük bir yüzey sunmaya çalışan bitkiler için, organlar ne kadar dışarı uzanırsa o kadar iyidir. Organlar bedenin içine ne kadar iyi yerleşmiş ve korunuyorsa hayvanlar dünyası için de o kadar iyidir.”
Bir noktada zamanı düşünmeye başlarız ister istemez. Yaşam denizde kaldığı müddetçe bitkiler hayvanlardan çok daha yavaş gelişmişti. Denizdeki hayvanlar kısa sürede çok hücreli hale geldiler, bitkilerse tek hücreli bir halde sakin sakin yüzmeye devam ettiler. Ta ki, sular altındaki toprakla temas edene kadar. Karaya kök salmaya başlar başlamaz bitkilerin de zamanı değişti. Bu hızlanmaktan ziyade genişlemek anlamına geliyordu. Bitkiler karadaki yaşamlarında hayvanların ve elbette biz insanların yapamadığı bir şeyi yapmaya başladılar. Üreme biçimlerini suyun etkisinden kurtardılar. Tohumu keşfettiler. Tohum demek döllenmiş yumurta demekti; yumurta içinde bulunan embriyo büyümesini durdurmuş, hayatını ağır çekime almıştır. Gebe bir kadının, doğumu birkaç yıl sonraya, daha uygun bir zamana ertelemek üzere ceninin gelişimini ikinci ayda durdurması gibi bir şeydir bu. 1000 yıl bekledikten sonra filizlenmiş lotus tohumları, 2000 yıl gecikmeyle filizlenmiş manolya tohumları ve sıkı durun tam 10 bin yıl sonra filizlenen Yahudi baklası tohumları, bilinen en eski en dayanıklı tohumlardır. Bitkiler zamanın egemenleridir, hareket etmez gibi görünseler de (ki öyle değildir) bekler, bekler, beklerler... Bitkilerin hayvanlardan bir diğer önemli farkı da yaşamla ölümü bir araya getirmek konusunda geliştirdikleri yetenektir. Bizim hücrelerimiz ölür, elenir, yerine bir yenileri gelir ama bir yere kadar. Yenilenme bittiğinde organ çürür ve organizma geri dönüşsüz olarak çöker. Oysa bitkinin bazı parçaları olduğu gibi ölebilir ama geri kalan kısımları yaşamayı sürdürür. Üstelik bütün bunlara ek olarak bazı araştırmacılar sayesinde artık bitkilerin kendi aralarında iletişim kurabildiklerini, özellikle çiçekli bitkilerin böcekleri ve hayvanları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiklerini biliyoruz. Biz belki mekana hükmedebiliyor, onu değiştirebiliyoruz ama biraz önce dediğim gibi yeryüzünde zamanın efendisi tartışmasız olarak bitkiler.
Bitkilerin En Güzel Tarihi'nde bitkilerin dört milyar yıllık masalsı, fantastik hikayesini okumuyoruz yalnızca. Fransız bilim insanları bu hikayenin içinden insanlığın ve yeryüzünün geleceğine dair de bir okuma yapıyorlar, çeşitli çıkarımlarını paylaşıyorlar. Yüksek derecede tehdit ettiğimiz yaşamın aslında kendi yaşamımız olduğunu, bütün bunların neticesinde insanlığı yok edebileceğimizi ama doğanın kendisinin yaşamına öyle ya da böyle devam edeceğini öngörüyorlar. Hal böyleyken de yaşama saygıyı evrensel bir yasa olarak insanlığa öneriyorlar.
Yeni yorum gönder