Sanki nasıl gitseydik! belki, örtük sabahların yurduna.
Sonra, yağmurlar başlarken...
İşte orada, sevişecek zamanımız asla olmadı.
En mutena köşen ki, o deniz; durmadan öldüğümüz, kıyısında.
Şimdi bak ve gör!
Bizi adam eden o yaz, bir çıkrık gibi iniyor gecenin kuyusuna.
Köpeklerin taze kemiğini sıyırırken...
Ama küresel kulelerin çirkin demiri. Bir darağacı gibi duran ensemizde...
Peki sana nasıl kavuşacaktım?
Sen, annem kadar kutsal
Sevdam gibi insan.
Her akşam, bir yara izi gibi düşüyorum yatağına


Mustafa Eroğlu (1957): Edebiyat dergilerinde bu ismi pek sık göremezsiniz. Türkiye sessiz şairler ülkesi bir yanıyla. Eroğlu’da şiir için emek eskilere dayanıyor, ilk gençlik yıllarına. Son kitabı “Üçüncü Yolculuk” (Etki Yayınları, 2007). Daha önce, Bir Avlunun Serinlik Vakti (2003) ve Sandalyelerin Yenilgisi (2005) kitaplarını yayımladı. Herkesin şiir yazdığı gençlik döneminde başlamış şiire, ama şiirin bir duygu taşkınlığı olmadığını erken öğrenmişlerden. Peki nedir şiir? Eloğlu’nun şiirlerinden anlaşıldığına göre, içten dışa doğru, dıştan içe doğru eşzamanlı bir yolculuk. Yol boyu acıyla neşe, coşkuyla keder karışımı izlenimler. Duygunun da etkin olduğu bir dışavurum. Coğrafyası Ortadoğu, kökenlerin bir önemi yok ama dilin, kültürün, sesin bir önemi var şiirde. Eroğlu Kürt ve Alevi kökenini Ortadoğulu kimliği ile bütünleştiriyor. Arada bir kaçıp gitme, Paris’li Baudelaire olma hevesi kabarıyor, ama o kadar. Bu coğrafyanın kahrı da belası da, özlemi de sevdası da şiirine için için işliyor. (Şiirindeki “için” bolluğu bundan mı?!) Kendince bir yol ediniyor dizeler, sözler, arzular, acılar. Her şiir, şiire yeni bir tanım daha kazandırmak için çırpınıyor ve şair o yeninin arayışçısı olduğunu hissettiriyor. Ama “yeni” onda bir fetiş değil, kendisi olmanın zorunlu çırpınışı. Kendilik algısı kimseye benzemezlik arzusuyla deviniyor.
“Benzemezlik” sözü yadırganabilir kuşkusuz. Biliriz ki, her şair kendinden önce ya da aynı zamanda yaşamış bir ya da birkaç şairin, bir şiir anlayışının çocuğudur. Etkilenme kaçınılmaz; olmazsa şiir olmaz. Şiir, şiire bakarak, onu içe çekerek, hatta onu yanlış okuyarak, yanlış yorumlayarak doğar. Etkilenme endişesi taşımayan şair yoktur. Endişe onu bir “yanlış”a yöneltir mutlaka. Yaratıcı bir yanlış okumadır bu. Doğru okunsa yeni bir şiir doğmazdı; aynısı olurdu. Tıpkı yaşamın kendini devam ettirme tutumundaki gibi.
Her şey akar ve aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz demişti Herakleitos. Eroğlu şiir ırmağına öncelikle arınmak için giriyor, “suyun üzerindeki kovulmuş zamana” katılıyor. Kovulmuş ama başkalaşarak geri dönecek bir zamana. “Eylülün kaç yaşında olduğunu” soruyor. Her konakta anımsadığı bir ukdenin yolcusu o; “üç beş adam genç bir darağacı asar gündüzün kapılarına, düşer içine gece” diyor örneğin.
Nasıl mı diyor? Bazıları onun şiirini İkinci Yeni’ye ekliyorlar ama artık bu belirleyici bir saptama değil. (Herkesin şiirinde bir gölge var İkinci Yeni’den artık.) Kanımca, ukdesinden uzaklaştıkça yalnızlıktan taşan hırçın bir sesi var. Bu ses onu söylemli, seslenişli bir şiire yöneltiyor. Derdini haykırmaktan daha iyi dayanak bulamıyor şiirine. Derdiyle yaşamaktan mutsuz değil ama. İkinci Yeni şiiri ve dönemiyle kendi hali, bu demek yaşadığı dönemin şiirsel, kültürel, siyasal hali arasında bir çatışmayı dostça, içtenlikle göğüslüyor.
Ama yine de bu çatışmanın yolunu ustalarındaki gibi buluyorsa?...
ilaç milaç bok püsür
şuramda bir şeyler var
sahiden bir şeyler var
haykırmadan anlatamam.
(Turgut Uyar)

Yeni yorum gönder