kanatlarında bir çığlıkla iner yağmur. çocuk
önce şöyle bir sonra ısrarla bakar hayata.
korkar ve ağlamaya başlar. toparlandığında
boyu uzamıştır ve aklı annem!
orada, o akustik boşlukta kalmıştır.
orada, o akustik boşlukta annem!
yüzdüm, yüzdüm geldim ki kara bitmiş,
hayat çizgimin mehtabı yol ayrımında.
biz babamla düşündük.
babamla karnımda annem
ve diğer kardeşlerimle birlikte
yoldaki kendimden korktum.
yol yakınken çok beklemiş
o ilk adım yerinde yoktu.
öyle çok mahsur kaldım ki kendi bulmacamda,
başka bir ruhun evhamı olmanın yasını tuttum.
taşın o soğuk ruhuna üflenmiş felaketmiş sabır.
bilsem, ilk taşın güllerini şiire havale ederdim.
yol yakınken çok beklemiş
o ilk adım yerinde değil ama,
yağmur şimdi tekrar öyle hazır ki annem!
bak işte bak, en yakın ilerisi hayat, sabah
kalkınca bunu anneme söylemeyi unutma sakın.
Dersu Deniz'e (ankara. 2004)
Yavuz Yıldırım (1956). Şiire bütünüyle karılmış ama şiir ortamına sırtını dönmüş şairlerdendir Yavuz Yıldırım. Tümden sırt çevirmiş değildir; sessizce çekildiği köşeden, kendini belli etmeksizin, bazen homurtuyla bazen iç çekerek bazen de umutlu bir heyecanla izleyerek yaşar. Başlangıçta büyük bir hevesle girilen “Edebiyat Cumhuriyeti” bir süre sonra edebi hevesi alıp götüren bir dünya olabilir kimilerince. Belki kaçmak değil ama kendini sessizce sürgün etmeyi yeğler bu cumhuriyetten kimileri. Yavuz Yıldırım’ın öyküsü de böyledir. Çıkardığı iki kitabı (Bir Anlamı Kalırsa Hayat/1992 ve Su, Ölen Bir Yağmur/2001) gözlerden ıraklaşınca “unutuldum” sanır şair. Artık her sürgün gibi, yarım kalmış rüyaların, nevrotik uykuların adamı olup çıkar. Oysa tam da terk etmeden önce, edebi pazardan uzaklaşmasının akıl ve yürek bağını yazmıştır bir bakıma; sonra da yazdığını bir kader gibi yaşamıştır.
Şu dizeler:
aklım alır bir yolu kendi sanrısıyla yürür
kötümser, parmakla gösterilen üç harf götürür yüzümü
bir susma biçimi alır ağzım, kapanır
bütün kapılar bir süre kapalı kalır söz, benim eczam
mahsur kalır sandukasında bir defteri kıble edinir yüzüm
tüketir gözlerimi, sakar bırakır o dipsiz, resimli uykular
tamamlar bir suça boynumu aklım/yüreğime ulaşır sonunda
gözlerim, iki avuç söz ve su; ölen bir yağmur.
Bu dizeleri yazan bir şairi, şiirle bağları kuvvetli hiç kimse unutamaz. Şiirin tartımlı ritmi, dizelerin birbiri üzerine güç vererek devinmesi, temanın kendinden emin ve kararlı bir sözcük seçimiyle izlenmesi, şairin derdinin hem çok açık hem de olabildiğince kapalı bir çağrışım evreninde bilinçle tutulması, sesin notası ölçülü sözcüklerle yankılanması vb… Bütün bunlar hem bir özgünlüğün hem de olgun bir düzeyin ulaşım istasyonları değil midir?
Bu istasyona geldikten sonra şair nereye kaçabilir, eğer Arthur Rimbaud ve benzeri kaçaklarla kendini özdeşleştirmemişse.
Kavafis dememiş miydi, “Şehir”de:
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
(Çev: Cevat Çapan)
sema_ozkan; efe nin ssgviei yüzünden eve dev akvaryum alan düşünceli arkadaşım benim. beğenmene sevindim :)nescake; mercanların olduğu fotoğrafı sanırım demir de sever; fantastik oldu. beğenmene sevindim :)
Yeni yorum gönder