Gökyüzü bulut bulut uyanıyordu
Tanrının büyük yalnızlığından
Ağaçlar birer ses salkımıydı kuşların ağzında
Ayın puslu cümlesinde evler okunaksız harflerdi
Yasemin kokularından bir ışık sokaklarda
Gittim denizin lacivert bahçesine oturdum
Ölümün mü hecesiydim yaşamın mı bilmiyorum
Arzuyla vazgeçiş canımda halkalanıyordu
Ses değil sessizlik değil zaman değil mekân değil
Ağzımda bir çocuktan kalma süt kokuları
Kirpik ırmakları dil pınarları parmak yağmurları
Kayaların masalını dinliyordum kumlardan
Dağlar gecenin merhametinde çıkıyordu sabaha
Ey yalnızlığın yaprak döken mahşeri
Ayrılığın büyük harfiydi her şey
Sen bir deniz kıyısında gonca zamandın
Ben eski şarkılardan eskiydim kimsesizdim
İçimde dünyanın bütün akşamları
Tuttum ağzının sabahına sözler söyledim
Ey güzelliğin ölümden büyük yaşama gücü
Yalnız ölenler unutur birbirini
Seni sevmeye yeni başladım…
Şükrü Erbaş (1953). Türkiye’de şiir, her bir güçlü şairle özdeşleşen büyük şiir okullarından oluşmuştur, bilinir. Şiire adım atan herkes, bu damarlardan birkaçıyla derin temas kurmadıkça “örgün” eğitiminden yararlanamaz, “hudâyı-nâbit” (ekilmeden biten) ya da “alaylı” derler ona. Şükrü Erbaş, Türkçenin belli başlı şiir damarından etkilenme konusunda en cömert şairlerden biridir. Etkilenmiştir, ancak her bir etkiyi kendi edebi “tekne”siyle yeniden yoğurmuş, yeni bir bileşim kurabilmiştir. Onu Toplumcu Gerçekçi şiirde görmek isteyenler çoğunluktadır. Bu çoğunluk yanıltmamalıdır. Şükrü Erbaş’ın kılavuzları başından bu yana bellidir: Nazım, ki o modern şiirin kaynağıdır, her şair biraz onun “Salkım Söğüt” dalıdır ya da 835 satırından türemiştir. Erbaş bu kaynağa Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Necatigil’i de eklemiştir. Daha çok Behçet Necatigil’dir onun içine bir ses, bir nota, bir sözcük, öteki karşısında bir özgecilik tutumu olarak işleyen. Necatigil kıyıdakilere, görünemeyenlere, içe kapanmışlara, ev içindeki hayatlara, iktidardan uzak durmayı yeğlemiş ya da iktidarın gadrine şu ya da bu düzeyde uğramış herkese bir dil olmakta bulmuştu cephesini. “Bir kimse acıya saygısı yoksa, insan olası değil” diyordu üstad. Şükrü Erbaş da acıyı görünür kılan, adını koyan, coğrafyasını genişleten, evin dört duvarı arasından çıkarıp sokağa taşıran bir şiire dönüştürmüştür Necatigil malzemelerini. Evden kaçmış bir Necatigil de diyebilirdik; ama farklılaşma şiirin “tekne”sindeki bileşimler yüzünden büyümüştür.
Erbaş, o büyük şiir yatağında bir burgaç oluşturmanın her tarihsel dönemde nasıl ağır, yüklü ve çetin bir duygu olduğunun kaygısıyla yoğrulan şairlerden oluşuyla da farklılaşmıştır. Ülkede yaşanan her drama açık bir yürekle titreyen ve eylemini şiirinin yönünde belirleyen (ya da tersi) bir şair olarak da tanınır. Onun kaygısı şiir için olduğu kadar, şiirin asıl derdi olan geniş anlamıyla varlık için de bir kaygıdır. Varlığın artık hissedilemez biçimde yabancılaşarak yaşandığı bir hayattan duyulan soğuk ürperti de denebilir buna. Yaşarken yaşamı hissedememe, ona yabancı olma, onu yitirme kaygısı.
İnsanın dertlerine bu bağlılık, bu ısrar nedir? Bir budalalık mı? Şairlikle budalalık arasında ezelden beri kurulan ilişkiyi Erbaş açıkça itiraf eder. Bu itiraf, bir kitabında alınlık olarak kullandığı, Uzunköprülü Kemal’in dizeleriyle şöyledir: “Uslandı zannetme Derviş Kemal’i/ Beş nokta üç harfin budalasıdır”. Derviş Kemal’in eski yazıyla kurduğu bu muammada, şair, “aşk”ın budalası da olmuş oluyor. Budalalık, bazen herkesin, bazılarımızın her zaman, (kimilerinin asla!) yaşadığı bir durum değil yalnızca, burada bir seçim ve bir tutum alış biçimidir. İyiliğin sırrını ararken ve sınırlarını yerden göğe genişletirken bulduğu ve kuşandığı budalalık halleridir şiirini çevreleyen. Tek “kusuru” var budalalık için; mizahî değil, kederli oluşu. Keder bir atmosfer ki, her yeri, her şeyi kuşatıyor. Daha doğrusu, iki keder durumu arasında soluklanılan yerde yazılmış olur çok kez.
Onu izleyenler, şiirlerinin yerleştiği cepheyi hemen görürler. Türklerin arasında Kürt, Kürtlerin arasında Türk. Hitler’e karşı Yahudi, Siyonist’e karşı Filistinli, erkeğe karşı kadın, kadının yanında çalışan kadın, hatta genelev kadını. Ana-babaya karşı çocuk, çocuğun yanında daha küçük çocuk, ev çocuğunun yanında sokak çocuğu, güzel parklarda oynayan çocuğun yanında betonda oynayan çocuk, okuyan çocuğun yanında çırak. Babasına karşı anlayan baba, anneye karşı değil ama annelerin içinde yavrusuz kalan tüm anneler… Makineye karşı ten, yaşlanan tene karşı müzmin aşık ve onmaz kederi, savaşa karşı barış, barış içinse sahiden hayat... sahiden ölüm..
Erbaş’ın köklerinden söz ediyorduk; asıl kaynağı halk şiiri demek isterdik ama bu dolayımı hemen gösteremeyeceğimiz için söz abartı olurdu. Özellikle son yıllardaki çalışmalarında yoğun lirizmle Karacoğlan dünyasına göçmüş görünüyor. Bir örnekse üstteki şiir…
Yeni yorum gönder