Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Sinema // Kadiri mutlak çember




Toplam oy: 1091
Tekelleşen teknoloji devleri, devlet mekanizmalarını ve uluslararası siyasi organizasyonları işlevsiz bırakıp politik bir aktör haline gelebilir mi?

Dave Eggers, çağdaş Amerikan edebiyatının en üretken isimlerinden... Metinlerinin sinemasal bir gramere yakınlığından olacak, hem romanlarıyla hem de katkıda bulunduğu senaryolarla beyazperdeyle de sürekli dirsek temasını koruyan bir yazar.


Eggers’ın Türkçeye Çember adıyla çevrilen romanı onun en girift, en katmanlı metinlerinden biri değil ancak yine de yazara has pek çok özelliği içinde barındırıyor. Romana adını veren Çember, herkesin kapağı atmayı çalıştığı yeni nesil bir şirketin adı. Şirketin merkezinde üretilen kameraların, sık sık karşımıza çıkan çember şeklinin imlediği pek çok şey var: Tüm dünyayı içine alıp soğurmaya çalışan, gücü tek elde toplamaya kararlı, dijital âlemin olanaklarını insanlığa dair her şeyi tekelleştirmek adına kullanan, doymak bilmeyen, büyüdükçe iştahı kabaran bir oluşum. Bir kez içine girdiniz mi, tüm benliğinizi sarıp sarmalıyor, kimliğinizi bu çemberden bağımsız hale getirmeniz imkansızlaşıyor. Çember aynı zamanda bir “göz”ü akla getiriyor; her şeye vâkıf olmak isteyen, nazarı her yere ulaşan, hani neredeyse Tanrı’nın yerine geçmeye kendini aday gören, yeri sabitlenemez bir Göz... Mecazlarla anlatınca bulanık gelecek belki, aslında günümüzde kolayca somutlayabileceğimiz bir oluşumun uç noktalara çekilmiş hali bu: Küresel bir güç odağı haline gelen Silikon Vadisi devleri Google, Facebook gibi şirketlerin yaşamın her alanına nüfuz eden varlıklarını, alternatif bir iktidar yapısı kuran stratejilerini düşünmek yeterli.

 

 

Eggers’ın romanlarından alışık olduğumuz şekilde, zamanın ruhunu kavramaya çalışan, güncel yakıcı sorunları kurmacanın içinde farklı katmanlara yedirme uğraşındaki bir anlatı Çember. Henüz geçtiğimiz yıl beyazperdeye uyarlanan Kral İçin Hologram’da (A Hologram for the King) olduğu gibi yine toplumsalla bireyselin kesişim noktasında gezinen bir metin söz konusu. Eggers, keskin gözlemlerle, küresel ölçekteki siyasi dönüşümlerin, teknolojik kopuş noktalarının ve tüketim pratiklerinin bireylerin duygulanımlarına ne şekilde tesir edebileceğine dair sorular ortaya atmaya devam ediyor. Soruları kurmacanın içine alabildiğine yoğun bir biçimde sıkıştırma konusunda da elini korkak alıştırmıyor.

 

Eggers’ın metninin çıkış noktasında yer alan soruları seslendirmek zor değil: Tekelleşen teknoloji devleri, devlet mekanizmalarını ve uluslararası siyasi organizasyonları işlevsiz bırakıp politik bir aktör haline gelebilir mi? Bizzat neoliberalizmin göbeğinden çıkmış teknolojiler, bilgiye erişimi kitlelere yayarak, şeffaflaşmaya ve demokrasiye bir katkı sunabilir mi? Bilgiye erişimin şekli değiştikçe devlet aygıtlarının demode yöntemlerinin birer birer işlevsiz hale gelmeye başladığını varsayalım; peki, alışıldık egemenlik mekanizmalarının yerini alacak olan sistemlerin garantörü kim olacak? Herkesin kimlik bilgilerini, sıhhi geçmişini, tüketim alışkanlıklarını, hatta kişisel özelliklerini tek bir veri tabanında toplama gücüne sahip böylesi şirketler, ceberut, kadiri mutlak devlet modellemelerine yeğ midir? Bu şirketlerin gidebilecekleri uçlar neler? Onları kim kontrol etmeli? Kim kontrol edebilir?

Şeffaflaşma ve mahremiyet

 

Eggers’ın romanından uyarlanan The Circle’ın, sıraladığımız bu türden soruları kurgusuna ne denli yedirebildiği tartışılır. Filmin yönetmen koltuğunda, David Foster Wallace’ın gündelik hayatına iddiasız, dokunaklı bir bakış atan Yolun Sonu (The End of the Tour) ile çağdaş Amerikan edebiyatına olan ilgisini fark ettiğimiz James Ponsoldt oturuyor. The Circle yukarıda saydığımız soruların çoğuna hızlı, belli belirsiz bir selam çakıyor. Meselesinin odağını ise mahremiyet, kamusal alan, rızası olmadan “güvenliği” adına gözetlenen toplum gibi Snowden sonrası iyiden iyiye popüler olan konulara kaydırıyor. Herkesin her bilgiye ulaşması anlamına gelen tuhaf bir “şeffaflaşma” anlayışı ile mahremiyetin ihlal edilmesi arasındaki bir ikilik üzerinde yoğunlaşıyor film. Hal böyle olunca romandaki tartışmaların önemli bir bölümü dışarıda kalıyor.

 

 

Filmin bir başka aksayan yanı da, öykünün merkezindeki Çember adlı şirketi ve onun tüm dünyayı işgal etme potansiyeline sahip gözetim araçlarını anlatırken, sinemasal mecranın görsel gücünden neredeyse hiç yararlanmıyor oluşu. Halihazırda kamera, göz ve gözetlemeye dair yılların birikimiyle perçinlenmiş kuvvetli bir sinemasal imge haznesi mevcutken, The Circle bunları anlatısına katacak manevralara nadiren başvuruyor. Tom Tykwer imzalı Kral İçin Hologram’da olduğu gibi yine hayli konvansiyonel bir film diliyle karşı karşıyayız. Romanın özündeki sorgulamayı görsel bir gramere dönüştürmeye çabalamaktansa, Eggers’ın halihazırda sinemasal mizansenlere elverişli metinsel akışını sahne sahne düşünerek, olabilecek en sorunsuz şekilde perdeye aktarma derdindeki bir film The Circle. İyi bir uyarlama nedir tanımlamak zor, ancak onu bu “temiz”, “pürüzsüz” kotarılan işlerde arayamayacağımızı biliyoruz.

Filmde neredeyse hiç bulaşılmayan bir başka yakıcı meseleyi zikrederken, Eggers’ın romanının da bu noktada hayli eksik kaldığını söylemek gerek. İnsanlığa dair tüm verileri siber ağda toplayan firmaları denetleyebilecek bir mekanizmanın yokluğunu sorgulamak mübah elbette. Ancak, bu verilerin halihazırda küresel siyasi aktörler ve sermaye tarafından kullanıldığına dair şüpheler, hatta kanıtlar da sıkça karşımıza çıkıyor. Snowden sonrası dönemde, ABD’nin ulusal güvenliği adına, dünyanın dört bir yanından her bireyin kişisel bilgilerine ulaşılabileceğine, böylesi dudak uçuklatıcı teknolojilerin kullanıma hazır olduğuna pek çoğumuz ikna olmuş durumda. Vaziyet böyleyken, Eggers’ın, meseleyi yalnızca birkaç hırslı sermayedarın kantarın topuzunu kaçırıp demokrasinin çizgilerinin dışına çıkması olarak okumaya müsait anlatısı, en hafif tabiriyle, naif kaçıyor. Black Mirror gibi girift yakın gelecek tahayyülleri, distopyanın zeminini güncel siyasete oturtmayı başardığı gibi, hayatımızı işgal eden elektronik aletlerle bireysel ilişkimizi  de deşmeyi başarıyor. Black Mirror tarzı bir distopyaya soyunan Eggers’ın eleştirel okuması ise bireyselle toplumsal arasındaki geçişlilikte her daim kıvrak olsa da, bu kez, varolan siyasi dinamiklerin hızına ayak uyduramamış gözüküyor.

 


 

 

Ya içindesindir çemberin ya da epey içinde

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.