Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil


Cemal Süreya (1931 Erzincan- 9 Ocak 1990 İstanbul): Ocak ayı şairlerin doğum ve ölüm ayı adeta. Kayıplarımızdan bir de Cemal Süreya. Onu unutmak ne mümkün, özellikle bu günlerde. Edebiyat ortamımızda bugün kimin eksikliği duyuluyor diye sorulsa, çok sayıda insanın ilk aklına gelen hiç kuşkusuz Cemal Süreya olacaktır. O ne yazsa sanat ortamı az ya da çok dalgalanır, bir meltem eserdi tatlı tatlı. Yaşlıdan gence, şairden çevirmene, ressamdan yontucuya, oyuncudan yönetmene, müzisyenden dansçıya her sanat insanının işine candan bir ilgiyle bakan, bunu bir cümleyle de olsa ifade eden, yargısı güvenilir bir eleştirmendi. Yeni bir bilgiden özgün bir yoruma, zarif bir şakadan taptaze bir jeste, zeka parlayan bir espriden samimi bir siteme her olanağı kullanırdı yazılarında. Sessiz durana laf atar, yanlış bulduğuna ince ince takılır, beğenince alkışı asla eksik olmazdı. Öte yandan “Bir ressam kendisine ‘naif ressamım’ diyebilir mi?” diye sorardı ansızın. Ya da “bugün bir yerden istifa edecektim. Ama nerden?” diyen huzursuz, firari bir ruh hâliyle kendini de konformizme karşı ayaklandırırdı. Sanat adına bönlüklere asla katlanamazdı, bu hallerle eşsiz ironisiyle dalga geçerdi. “Bir yerde okumuştum: ‘İnsan yererken aptal, överken zekidir” diye yazmıştı. Bu söz, onun tiryaki sözlerinden bir olmuştu. Belki de bir yerde okumamış, kendisi uydurmuştu bu sözü; yapardı böyle şeyler, oyunbazdı çok. Hem kırılgan, hem oyunbaz. Dağlarca o gün ona yüz vermedi diye, “Ağam bugün bana soğuk baktı” türküsünü anımsamış, bunu defterine yazmadan edememişti. Bir sürgün çocuk olması, bunu yaşlandıkça daha çok anması, andıkça kederlenmesi, kederlendikçe gülümsemesi... Birine bakarken ondaki ötekine doğru, onun da ötesine doğru, gözlerini kısıp alt dudağıyla gülümseyerek bakması, bakışını dünyaya doğru genişletmesi...
Söylendikçe güzelleşen türküler gibidir şiirleri. Yazılarının ortasında bir çiçek bahçesi gibi durur her biri. Daha doğrusu yazıları bir çayır da, şiirleri o çayırı sulayan kaynak su. Yazılarının şenliği, gülümseyen bir yüzün sayfaya yansıması sanki. Boşuna tek sözcük bulamazsınız. Bir akıl ki, kendiyle dalga geçe geçe büyüyen bir çocuk aklı, dahilerdekine benzer. Sorusunu herkesin her şeyi onayladığı anda soran bir akıldı. Yazarken kendini düzelten, düzelttikçe silen, sildikçe sıkılan, sıkıldıkça da gülmek isteyen yatılı okul çocuğu. Ödevleri hep eksik kaldı. Arkadaşlarının ödevini yapmak da ona düşmüştür çünkü. Zorunluluktan zevk çıkarmaya çalıştı. Sıkıldıkça kelimeleri havalandırmaya çıkar, avlu serinliğinde volta atardı.
Günlüklerinde tüm çatışmalarını, içine sığdırdığı başındaki şapkasında bin bir çiçekle birlikte düşünmüştür. “Sordum sarı çiğdeme”, diye başlıyor sanki sözleri, bu ilahinin avutan ve rahatlatan duygusunu taşıyor. Ama bir derdi de var: “sordum sarı çiğdeme, bana küsmüş!” “Gönlünü almalı, ayartmalı..."
Her yazısı bir boşanma gerekçesi ve yeni bir aşk olasılığı. Boşanmaya giderken, düğün törenine gider gibi neşeli, evlenmeye giderken de ironik bir bilge. O aslında Nietzsche’nin nevrozları hafiflemiş, sinirleri yatık, öfkeden kuramsal olarak arınmış ve durulmuş hâli. Belki de Marilyn Monroe ile yatmış bir Nietzsche.
Yine de beklenmedik anda beklenmedik düşünce malzemelerini yan yana getirerek çatışmanın ortasına öylece atıyor. Atıyor ve onların arasında Yunus Emre gibi dolaşıyor, Hacı Bayram Veli gibi. Bu arada evini basmışlar. Safı o kadar sahih ki, gidip saf tutmaya bile gerek görmüyor. Dizeyi bulduğunda dünya ışıyacak, buna bir Narodnik gibi inanıyor. Tanrısı böyle bir inanç istiyor ondan sanki. Tanrı mı? Tanrı’yı bir nida olarak benimsiyor, öyle seviyor. Aklının ve ruhunun akıllar ve ruhlar karşısında ürpermesi olarak kullanıyor o nidayı:” “Tanrım!”... “Bu da oldu işte”.
Bu bir sevinç çığlığı değil, sancıdan kurtulmuş olmanın rahat nefesi de olabilir. Savaştan dönmüş Ali’nin yüzüne hayran. Aklın ve inancın hayata bağlı yanından güç alan ruhun ganimetlerini dağıtmaya hazır Ali. Belki o yüzden ateistliğini alevilikle özdeş kılıyor. Kürtçenin sesine hayran, unuttuğu anadilini, bir uğultu gibi, taa rahimdeyken, bir ses olarak hatırlıyor. İçindeki çocuk kımıldadıkça canlanan hatıra, parlayan bellek. Bugün o seslerin dışında başka ses bilmeyenlere karşı hürmeti, şu cümlesiyle sonsuzdur: “Anadilinde sevişir insan.” Erken göçtüğü Türkçede sevişmenin bütün ruhsal iniltilerini biliyor, onu da yazıyor. O yazıyor, yazdığından dolayı asla kimseden bir şey istemiyor, eleştiri dışında. Kendini şair bile saymıyor. Ama sevilmemeyi asla bilmek istemiyor. Arkadaş, aşık, dost... Olmak. “Daha nen olmamı isterdin? Onursuzunum senin.”
Sevmedikleri karşısında asla onursuz değil. Darphane Müdürü olduğu yıllarda, Darphane’yi denetlemeye gelen bakanın aşağılayıcı tutumları karşısında tepkisi şudur: Bakanın “Darphane ne kadar pis” deyişine karşı, “Sizin ziyaretinize kadar Darphane tertemizdi” der. Bu tutumu yazısının ve şiirinin tümünde içkin. Onurlu, dahası kibirli, tipik bir yoksul, yaman kırılgan. Onu bir de Muzaffer Buyrukçu’dan (Günlük’lerinden) dinleyince, yoksulluğun ne büyük bir ruhsal zenginlik olduğunu da görüyor insan.
Bazen, dünyada yalnızca kadınlar ve bir de kendisi olmasını ister bir hali var. Ama bu durumdan çabuk sıkılacağını da sezdiriyor hemen. Onun yerine şöyle olsa daha iyi: ‘Dünya yine böyle olsun, ama ben bütün kadınların sevgilisi sayılayım.’ Çünkü üvey anneden çok çekmiş bir Tuğcu kahramanı.
Yıllar sonra, kendisine aşık olan bir kadını hatırlar, o kadının yaşadığı kente gider. Akrabalarını bulur ve der ki: “Ben teyzenizle evlenmeye geldim.” Aradan yıllar geçmiştir ve o “teyze”nin kocaman çocukları vardır. Bunu o eve ve teyzeye karşı jest için yapmış olabilir. Teyzenin gözyaşı dolu sevgisine yanıt veremediği için, o evde bıraktığı hüzünlü hatıraya hürmeten, teyzenin gözyaşına hürmeten. Yazılarında bu türden hayatın imgeleri o denli zengindir ki, insan fikirlerini izlemekten vazgeçip bazen yalnızca bu jestlerin havada perende atan hareketlerini izlemek için sayfaya bakar ve yazıdaki her şeyi unutur.
Dağlarca’yı onun kadar seven başka biri var mıdır? (“Fazıl Hüsnü diyor ki, ne diyor Fazıl Hüsnü?/Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”) İlhan Berk’in bütün huylarını bilen arkadaş. (7000 aşk ve 700 000 dize/Ünlü şair İlhan Berk burada yatıyor/Yolcu n’olur, sevaptır, sakın üşenme/Yukardaki sayıya bir sıfır da sen ekle.” Edip Cansever’in seçilmiş akrabası. Turgut Uyar’la ruhları karışıp gidiyor bazen kraliçe Tomeris’in yanında. Ece Ayhan’ın aşırılığına saygılı arkadaş, çok kez kafa dengi. Ama o en çok, Muzo’nun (Buyrukçu) ve (Muzaffer İlhan) Erdost’un yanında kırlangıç oluyor. Kars’ı Paris’te yazmak gibi bir şeyi yaşayabiliyor onların yanında. Kars’ta Paris’i yazmak ya da. İçsel bir şakayı anında sahneleme güveni, bu güven, sınırsız bir özgürlük, ama denetlemek istemediği bir öfkeyi de kapsıyor, derin bir kederi de bazen. Ya da parmakla tırnak arasına batan bir dikeni, herkesin yanında, kimseye aldırmadan kanata kanata çıkarmış olmanın keyfini yaşıyor. Bedenin gülmeye katılması, katıla katıla gülme keyfi.
Bir “ilk duygu” avcısı. Bayılıyor sürpriz çıkışlara. Aşırılığı seviyor ve sık sık öneriyor. Aşırılıktan kastı, aslında, yeni bir baltaya sap olmak.
Her an gençleri kollayan ağabey. Onlara destek veriyor, ruhsal harç, harçlık veriyor, kuşak avansı veriyor. Yaşıtlarıyla iyi geçinmeyi erken öğrenmiş zaten. Ama baba ile hep aşırılık kavgasında. Modernist, ama yarım, çeyrek ya da notaya hiç girmemiş seslerle muzip, kederli ya da koro kahkahası şarkılar mırıldanıp duruyor.
"Şair olmak şiiri kapsar, ama ondan öte bir şeydir, bir tavırdır“ sözü tam kendini açıklıyor. Ona okulda herkes şair dediğinde daha tek şiiri bile yayımlanmamış, şiiri bilinmiyor, kimseye okumamış. Kendini saklamak değil bu. Yeni bir baltaya sap değilsem, bir şey de değilim duygusu. Onun kadar seven görülmedi yazıda. Belki hikayede Sait Faik’le benzeşebilir.
O öldü, birden şiir paydos etmiş oldu. Herkes bir yana dağıldı.
Herkese fenerdi. Şıklık sevmezdi, ama aşırılıktı ruhu, uçlarda yatışır, kendini bulurdu.
Şemsiyesini düellolarda, o köhne ölüme karşı, ölümü bile şaşırtan yeni bir ölüm şakasının nasıl yapılacağını göstermek için aksesuar olarak kullanırdı.

Yeni yorum gönder