Edebiyatın en güzel tarafı, insanı içinde bulunduğu halden uzaklaştırabilme kudreti sanırım. Çünkü edebiyatın büyük ve özel malzemesi insandır. “Bir küllüğün bile öyküsünü yazabilirim” diyen Çehov bile şunu çok iyi biliyordu, aslında anlattığımız küllükten çok, insanın küllükle olan irtibatıdır. Her yazar, okuruyla bir irtibat kurar. Bu irtibat sayesinde okurla yazar arasında gizli, gizemli bir iletişim ağı kurulur. Ve bazı okurlar için bazı yazarlar daha özeldir. Bazı yazarlar da kendi okurunu var etmeyi ya da okurlarını kendi düzeylerine çıkartmayı çok severler. Misal, Bilge Karasu öyle yazarlardandır. Metinlerini yazarken gösterdiği emek, okur tarafından da paylaşılacaktır çünkü. Gece adını verdiği metnini böylesi okurlar için yazmıştır Karasu. Kitap, gece kavramı üzerinden yola çıkarak, büyük boşlukları daha da boşaltarak ilerler.
Kitabın herhangi bir kahramanı yoktur. Tek kahraman “gece”dir. O da bütün kapsayıcılığı ile bir heyula gibi uzanmaktadır okurun önünde. Sıra dışı yazarlar da vardır. Mesela George Perec tutar size bir apartmanın hayatını anlatmaya kalkar. Yaşam Kullanma Kılavuzu adını verdiği bu olağanüstü romanında Perec, Paris’teki o apartmanla birlikte bir dönemin hayatını da anlatır; ev içleri, merdivenler, odalar, pencereler… Sayfalar boyunca okur tarafından bir harita oluşturulur gibi öğrenilmektedir. Virgina Woolf gibi “benim yazarım” diyebileceğim yazarlar da, insanın dış sesine değil de, içindeki sese yönelirler. Özellikle baş ucu kitaplarımdan olan Deniz Feneri’nde, bir okur olarak, dışarıdaki baygın havadan Fener’in içindeki dapdaracık hayatıma sığınmışımdır; ben de Mrs. Dalloway ile birlikte akşam yemeğe gelecek konukları beklerken, Londra sokaklarını dolaşmaktayımdır. Orada bir yerlerde donmuş bir zaman ve onun kahramanları; tanıdık isimler, sokaklar, olaylar ile birlikte beni beklemektedirler sanki.
Yeni yorum gönder