Bugün “lüzumsuz”, “aylak” ya da Benjamin’in tabiriyle “flaneur” (boşta gezen, dolaşan) diye tarif ettiğimiz adam, bizzat şehrin insanıdır aslında. Bir şeyi “yapmamayı” tercih eder bu adam. Modernlikle yaralanmıştır ama yarasının neresinde olduğunu göstermekten acizdir. Çalışmayı da iş düzenini de reddeder. Uzun bir baygınlık hali yaşamaktadır. Her ilgisi gelgeçtir. Tutunamaz bir türlü. Bir yanıyla aşırı sevimli, öbür yanıyla aşırı tiksinçtir. Garip bir şekilde kendisine lüzumsuz denilmesinden hoşlanır. Modernizmle ortaya çıkan bu insan tipi edebiyat için de vazgeçilmez karakterlerden biridir.
Klasik kahraman gibi yola çıkmaz o. Hep aynı yerde durur. Bir keşif duygusuyla yaklaşmaz hayata, ne ki keşfedilmeyi bekler. Bulunduğu boşluk halinden memnundur. Sürekli bir can sıkıntısı yaşamaktadır. Gitse gidemez, kalsa kalamaz bir karmaşada neredeyse can çekişmektedir. Zihni paradokslarla doludur. Herkes ondan bir kahramanlık yapmasını beklerken, o, beklentisiz bir bekleyiş halindedir. 20. yüzyıl edebiyatının işte çok sevdiği “lüzumsuz adam” bugün iyi okullarda okumuş, iş güç sahibi olmuş, bir yanıyla orta sınıfı atlayarak kendisine yeni bir sınıf icat etmiş şehirli beyaz yakalının ta kendisidir.
Artık kendisini “lüzumsuz” olarak görmez, aksine, dünyada olup biten her şeyin kendi ihtiyaçları çerçevesinde şekillenmesini ister. Giysi markalarına bir çağdaş sanat nesnesi gibi yaklaşır. Her sene yüksek modeline geçtiği aracıyla ruhunu tatmin ederken, yaz tatilinde gideceği yeni turizm popülasyonunun hayallerini kurar. AVM’lerde bilinçsizce dolaşarak kaybolmak ister. İndirimlerde en ön sırada bir atılgan gibi çarpışmaktadır mağaza çalışanları ya da internet hesaplarıyla. Aileyi bir bağ olarak görür. Gelenekten tez elden kurtulmak ya da onu hemencecik dönüştürmek ister. “Yaşam şekli” denilen bir dinin yılmaz bekçisidir. İnsan dışındaki her canlıya karşı duyarlıdır. Çünkü insanları aklındaki sıralamaya göre birbirinden ayırır. Konuştuğunuz zaman aşırı kibardır. Bu kibarlık, korkaklık dengesince korunur. Sürekli ötekinin haklarını savunduğunu söylemesi aslında kendisine aşırı saygı duyulması istemesinden kaynaklanır. Öteki olarak algılanırsa da bunu bir cool’luk olarak yorumlar. Kaybetmekten hoşlandığını söylemesi ya da kendini bir “kaybeden” olarak yorumlaması hodbinliğinin, ben merkezciliğinin ilanıdır. Charles Baudelaire’in tabiriyle “kenti deneyimlemek için gezen insan”dan, kentin deneyimlediği bir canlıya dönüşmüştür.
Yeni yorum gönder