Dostoyevski, Sibirya’da esir tutulduğu dört yılın, içinde insanlığın geleceğine dair büyük bir iyimserlik uyandırdığını söyler. Çünkü ona göre, insan bir hapishanenin dehşetini yenebiliyorsa, her şeye katlanabilecek bir varlık olmalıdır. Büyük yazar doğru söylemiş ama burada önemli bir şeyi göz ardı etmiş gibi: Bir hapishanenin dehşetini yaratan ve kendi türünü o dehşete mahkum eden insanlık gerçeğini...
Mario Giordano’nun “Deney” adlı romanını okumak zor. Yo, sorun kurguda ya da yazarın dilinin akıcı olmamasında değil. Sorun yazarın bu insanlık gerçeğiyle okurunu yüzleşmek zorunda bırakması. En fenası ise Giardano’nun romanı tamamen gerçek bir deneyden yola çıkarak kaleme alması… 1972 yılında Stanford Üniversite’sinde gerçekleştirilen meşhur Zimbardo deneyinden söz ediyorum. Hapishane ortamının insan psikolojisine etkisini araştırmak için yapılan ve altıncı gününde her şey kontrolden çıktığı için bitirilmek zorunda kalınan Zimbardo deneyini edebiyata taşımış “Deney” adlı romanıyla Mario Giordano. Söz konusu deneyin iki kere de sinemaya uyarlandığı düşünülürse gerçeğin hikayeye yatkın etkileyiciliğinin de altını çizmiş olurum, sanırım.
Amaç, “Kurgulanmış hapishanede özörgütlenme ve sosyal dinamikler” adlı bir tezin doğrulanmasıdır. Prof.Dr. Claus P. Thon ve ekibi savunma bakanlığının da desteğini alarak gönüllü deneklerin katılımıyla bir hapishane simülasyonu kurup değişen davranış biçimlerini gözlemlemeye başlarlar. 21 normal, son derece sıradan, şiddet eğilimi taşımayan, ruhen ve fiziken sağlıklı erkek, rasgele bir şekilde mahkum ve gardiyan olarak ikiye ayrılırlar. Ve kıyamet kopar. Gerçekle simülasyon arasındaki o ince çizgi kısa sürede siliniverir çünkü. Ele geçirdikleri iktidar duygusuyla gardiyan rolü yapan denekler gardiyanlardan daha gardiyan olurken, eziklik duygusunun altında ezilmeye başlayan mahkumlar, pasif, içe kapalı ve özgüveni sarsılmış bir hale gelirler çünkü. Güç, öfke ve şiddet kim olurlarsa olsunlar denekleri içine almıştır.
Giordano deneye katılan denekleri tek tek ele almak yerine içlerinden sembolik kahramanlar seçerek hikayesini anlatmayı tercih etmiş. Romanın kahramanı İran asıllı Tarek Faht, bir gazeteci. Peşinde koştuğu bir haberde şahit olduğu şiddet görüntüleri işinden uzaklaşmasına yol açmıştır. Ancak şimdi iyi bir hikaye kokusu aldığı bu deneye katılarak mesleğine geri dönmeye kararlıdır. Aldığı koku aslında fazlasıyla etkileyici bir hikayenin kokusudur ya, bu oyunda oynayacağı mahkum rolüyle bunu sarsıcı bir şekilde deneyimleyeceğini aklına getirmez elbette: Tıraş edilmiş saçlar, elleri arkasından bağlı bir köpek gibi yemek yemek, yıkanamamak, konuşamamak, yazamamak, şiddetli taciz, karanlık hücre hapsi ve diğerleri...
Deneyde, gardiyanların takma adları ve mahkumların numaraları vardır. Kimsenin gerçek adı söylenmez. Psikolojik olarak benlik duygusunun kaybedilmesi, kaybedilmiş benliklerin ise pek çok akıl almaz şeyi yapabilecekleri gerçeği. Sorgusuz sualsiz itaat gibi… Tabii madalyonun diğer yüzü daha da sarsıcı. Gardiyanlar, ellerine verilen iktidarı o kadar kısa süre içinde benimseyip şiddete çeviriyorlar ki… Sarsılmamak imkansız, yazar bunu romanda asıl mesleği şarkıcılık olan, yumuşak başlı Eckert’in hızla canavara dönüşmesinde veriyor en açık şekilde. Elvis kopyası şarkıcı tecavüzden adam öldürmeye dek vardırıyor işi...
Teknik olarak birkaç sorun barındırsa da (Tarek’le Dora’nın bir anda gelişen aşkının olayların çözümüne yeterince hizmet etmemesi, olayların inandırıcılığı sarsacak derecede hızlı gelişmesi ve romanın yan hikayesi olarak ilerleyen Tarek’in haber konusunun zayıflığı… gibi); insan denen varlığın, içinde bulunduğu topluluğa ayak uydurmak ve şartlara göre karakterini keskinleştirmek konusundaki olağanüstü becerisini vurgulayan “Deney”, evrim biliminin temel tezini bir kez daha hatırlatıyor bana ister istemez: Uyumlu olan yaşamına devam eder… Bu “uyum”un içini dolduran ne olursa olsun...
Yeni yorum gönder