Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

“Modern ve Ötesi”nde, sanat tarihimize dair çıkarılan bir zarif hikaye...

Orhan Koçak
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

Modernizmle birlikte insan ruhu artık boşluğa sürülmüş bir leke; kimi zaman lekeyi, kimi zaman boşluğu tanımlamak, anlamlandırmak peşinde; her ikisi birbiri içinde eridiği, her an birbirine dönüştüğü, birbiri olduğu an’a ve aslında tam o anda, her ikisi de olmayıp yüzümüze güldüğü vakte, işte tüm o sürece bakıp duruyoruz. Sürece modern öncesi-sonrası-ötesi diyor ve ölüm anında hayat gözlerimizin önünden nasıl sözde bir film şeridi gibi geçecekse, işte bu ruhi lekelenmenin türlü hallerini sözde tuval yüzeyinin aldığı, içerdiği renk ve biçimlerde hazla izliyoruz. Bir düşünün, ya onlar da olmasa?

“Modern ve Ötesi-Elli Yılın Sanatına Kenar Notları”, öncelikle belirteyim santralİstanbul’da 8 Eylül 2007- 29 Şubat 2009 tarihleri arasında gerçekleşen “Modern ve Ötesi” sergisinin bir dökümü. Üzerinde çok yazıp çizilen ve pek çok tartışmaya yol açan bir sergi olmuştu “Modern Ve Ötesi”. Sanatçıların seçimleri, sergide yer alanlar, almayanlar, alanların ne kadar yer aldığı bir yana, sergiye yöneltilen en temel, en ağır eleştiri  modernizmi kavramsallaştırmaktan uzak oluşuydu. Aynı zamanda serginin küratörlerinden olan Orhan Koçak’ın kaleme aldığı bu çalışma da ister istemez doğrudan söz konusu eleştirilerin hedefi. Ancak adından da anlaşılacağı gibi Türkiye’nin son elli yılının sanatına dair olan bu kitapta her şey bir yana yakın geçmişimizin pek çok sanatçısı ve eğilimleri ele alınıyor. Üstelik son derece doyurucu, ortalama bir okuru zorlamayacak bir dille yapılıyor bu ki, örneğine pek de sık rastlamadığımız aşikar. Modernizmi kavramsallaştırma yetisini bir kenara bırakmaya, daha doğrusu çalışmayı baştan sonra okuduktan sonra bunun hakkında karar vermeye razıysanız eğer, geçtiğimiz ay yapılan ikinci baskısıyla yeniden okurlarının karşısına çıkan “Modern Ve Ötesi”ni elinizden düşürmeyeceğiniz kesin. Üstelik bütün tartışmalar bir yana Koçak’ın kaleminde hemen her sanatçının bir nebze canlandığını hissetmemiz, onun ve diğer küratörlerinin öznel seçimleriyle karşı karşıya olduğumuzu kabullenebilirsek de, bu seçimlerin kendimizce tadına varabilecek bir okuma yapmamız mümkün.

Sanatın geçtiğimiz elli yıllık hareketini kabaca üç döneme ayırarak başlıyor anlatmaya Koçak: Soyutlama eğiliminin önem kazandığı, resimde görsellik-dışı öğeleri reddeden, “hikaye”, “edebilik” gibi özellikleri küçümseyen sanatçıların egemen olduğu bir ilk dönem; soyutlamaya karşı bir tepki olarak da görülebilecek “yeni-figüratif” eğilimin belirdiği, sanatçının kendi kişisel ikonografisini yarattığı ve kasıtlı olarak büyülemeye, kışkırtmaya yöneldiği 60’lı yıllarda başlayan ikinci dönem; ve 80’lerin sonunda yaygınlaşmaya başlayan, “modernizmin kendi üzerine dönmesinin, kendi kendini sorgulamaya girişmesinin bir ürünü” olan “kavramsal sanat” dönemi. Orhan Koçak, buradan da anlaşılacağı üzere kronolojik bir sıra takip etmekte. Ancak farklı eğilimlerin, farklı “dönemlerin” yan yana var olduğu sanatın kronolojisi ne kadar düzenli ve kronolojikse, “Modern ve Ötesi” de o kadar kronolojik ilerliyor, diyebilirim.

İşte bu nedenledir ki, çalışmanın ilk bölümü “Modern Resmin Yaşlanan ve Gençleşen Ustaları” adını taşıyor. Bu bölüm, 1950’li yılların ressamları ve onların yönelimleri eşliğinde, Türk resmindeki “tarihsel gecikme”yi ve bu gecikmenin tüm dönemlere erişen ve sanatın altyapısını oluşturan özelliğine dair aydınlatıcı ifadelerle, 60’lı yıllara taşıyor bizi. Ortalama her okurun anlayabileceği, keyifle okuyabileceği bir dille yazıyor Koçak; o çok aşina olduğumuz sanat eleştirmenlerinin dili değil bu. Öyle ki elinize aldığınız anda sonlandırmadan bırakamayacağınız bir anlatıyla karşı karşıya olduğunuzu daha bu ilk bölümden itibaren fark ediyorsunuz.  Koçak’ın ele aldığı her ressamın, hem sanatsal hem de kişisel yazgısıyla rahatça özdeşim kuruyor, toplumsal benliğin uzak ve anlaşılmaz köşelerinden birer birer yanı başınıza geldiklerini ve zaten hep orada olduklarını hissediyorsunuz. Sanatla yaşamın ayrışmazlığı zihnimizde sanki yeniden bütünleniyor.

“Daha Karanlık, Daha Eleştirel: İkinci Bir Modernlik” e gelindiğinde, sanatçıların daha ayrıntılı, daha derinlikli olarak ele alındıklarını görüyoruz. Zira bu noktada her sanatçı, birer kırılma noktası, başlı başına eleştirel bir tavır halini alıyor... “Beyhude görüntüler koleksiyonunun ironik gözlemcisi” Cihat Burak’la birlikte “hikaye” geri gelir, yüzeyin altındaki gerilimi söylemeksizin hissettiren Orhan Peker’de, işlev ifadeden ayrılmayan bir ilkedir. İdealleştirilmiş değil, kent tarafından yoksunlaştırılmış köyün ressamı olarak gönlümüze yerleşir Neşet Günal. Ve diğerleri, Ömer Uluç,  Burhan Doğançay, Erol Akyavaş, Yüksel Arslan... Bu bölümde ele alınan tüm ressamlar, onların yaşamları, sanat eğilimleri, tüm arayışları gönlümüzde birer edebi hikaye halini alır.

60’lı yıllarla birlikte Türkiye dahil sanatta yaşanan kırılma noktası; derken “68 kuşağı” ve ardından gelen “Modernizmden Sonra"... Bu bölümlerde de yine sanatçıların yaşamı ve yapıtları üzerinden ilerleyerek yakın tarihimizin sanat haritasını çıkarmaya devam eder Orhan Koçak. “Modernizmden Sonra”da yer alan en dikkat çekici bölümlerden biri “Sanatta Feminizmin İlk Belirtileri” diğeri ise Kutluğ Ataman’ın Kutlu Ataman’s Semiha B. Unplugged adlı video çalışmasının yorumlandığı “Sanat Nerede: Kutlu Ataman’dan Semiha B.” adlı bölüm.   
“Modern ve Ötesi”, edebiyatla, eleştiriyle beslenen, Tanpınar’dan Ziya Gökalp’e, Turgut Uyar’a uzanıp sanatın ve sanatçının toplumla ve onun hemen her öğesiyle ayrılmaz bütünlüğünü vurgulayan, bu yanıyla da hiç şüphesiz akıllarda yer eden bir çalışma. Yakın tarihimize, söz konusu küratörlerin penceresinden de olsa, bakmak isteyenlere, Türk resim tarihiyle ilgilenenlere ve hatta resimden hiç anlamayanlara bile faydalı olacağı kesin.  İçimizdeki o bomboş lekeyi anlamlandırmak için en azından... 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.