Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

“Tarihi gerçek”: Tarihi roman yazarının içine düştüğü kara delik

İskender Pala
Kapı Yayınları

 
Tarih ve roman kelimeleri bir araya geldikleri vakit içimi bir kurt kemirmeye başlar: Acaba yazar tarihi mi hikayeleştirmeye niyetlenmiş, yoksa hikayesini mi tarihin içine yerleştirmiş, diye diye heba olurum. Zira genellikle ikinci ihtimali tercih etmeme karşın herkes gibi tarih dediğimiz şeyin zaten başlı başına bir roman, egemenlerin kendilerine göre kurguladıkları bir büyük hikaye olduğunu da bilirim. Bu durumda “tarihi gerçek” dediğimiz şey, “tarihi roman” yazarının içine düşeceği kara deliktir. Roman roman olarak kalsın, tarihse tarih, diye düşünebilir kimileri. Ama kalmıyor tabii, tarihle de gerçeklerle de yüzleşmenin en etkileyici yöntemi çünkü edebiyat. Yüzleşmenin üstesinden gelmekse zor, hem de çok zor…

İskender Pala, Türk okurunun çok sevdiği, çok okuduğu bir yazar. Ve her şeyden öte Divan edebiyatına hayatını ve gönlünü vermiş bir eğitmen. Cumhuriyet’in öncesine aklını ve gönlünü kapamış, neticesinde ise köklerini nerede arayacağını bilemeyen bir topluma ışık tutmaya niyetlenmiş bu yazar ve edebiyat tarihçisini göz ardı etmek artık kimse için mümkün değil. Hele ki, özde mi sözde mi olduğu tartışmalı Alevi açılımını konuştuğumuz bugünlerde Sünni-Alevi ilişkilerinin tarihi kırılma noktalarından birine, Çaldıran Savaşı’na doğru uzatmışsa kalemini…

Sonda söyleyeceğimi, en baştan söyleyeyim, İskender Pala, “tarihi gerçek” dediğim kara deliğin tam ortasına düşmüş bu romanıyla. Bunu romanın kendisi bir yana, yazarın verdiği röportajlarda da görüyorum açıkça. Tarihimizi öğrenelim, tarihi gerçeklerin ayırdına varalım diye yazdım diyor İskender Pala. E, Pala gibi bir yazar “tarihi gerçek”ten bu kadar emin olduğunu söylüyorsa, tarih profesörlerinden mürekkep Türk medyası ne yapsın. Alıyorlar sazı ellerine, sultanların mahlaslarından, efsanevi geleneklere kadar verip veriştiriyorlar. Peki, kim haklı? İnanın bilmiyorum. Zira ben tarihçi olmadığım gibi, tarihi romandan tarihi gerçekleri öğrenme niyetinde bir okur hiç değilim. Edebiyat adı altında, tarihi bugünün değerlerine uyarlama çabası, gerçekleri kötü niyetle çarpıtma havası olmasın yeter…

İşte bu tür kendinden emin ve tarafsız bir halet-i ruhiyeyle elime aldım “Şah&Sultan”ı. Beni olduğu gibi sizi de ürküttüğünü düşünüyorum şu aradaki & işaretini ya, aldırmayın. Yazar bu işaretle ilgili hemen her yerde muhtelif açıklamalar yapmış. Tavsiyem siz de benim gibi yapın, romanın adının yanına bir soru işareti ile ünlem koyup hikayenin kendisine geçin!

Çaldıran Savaşı’nı tarih dersi kitaplarından hepimiz biliriz: Sultan Selim ile Safevi Devleti’nin başındaki Şah İsmail, Çaldıran Ovası’nda karşı karşıya gelirler, Sultan Selim Şah’ı yener, Yavuz adını alır ve Anadolu’da birlik sağlanır. Dikkatli bir tarih okuru ise bu savaşın öncesinde Selim ile İsmail arasında edebi döktürme niteliğinde yazışmalar geçtiğini, Safevi Devleti’nin temelde bir Türk devleti olduğunu ve Anadolu’daki Alevi-Sünni ayrılığını gidermek bir yana bu ayrımın tarihi kırılma noktalarından birinin yaşandığını bilir Çaldıran Savaşı esnasında. İşte İskender Pala, bu zengin malzemeden yola çıkarak kurmuş romanını. Hikayenin baş kahramanları elbetteki Selim ve İsmail. Ancak onları, çevrelerindeki karakterler aracılığıyla anlatmayı tercih etmiş yazar: Kamber Can, Hasan, Hüseyin ve Taçlı.

Kamber, çocuk yaşta Şah İsmail’in yanına getirilen, Şah’ın buyruğuyla hadım edilen bir yetim. Ve Şah’ın öz be öz yeğeni. Ancak uzun yıllar hiç öğrenemeyeceği bu gerçekle yaşamaya ve Şah ile karılarına bu denli yakın oluşuna şaşırmaya yazgılı bir kahraman o. Şah’ın ve ikinci karısı dünyalar güzeli Taçlı Sultan’ın yanı başında yaşayacak, siyaseti, savaşı, iktidar denen şeyi öğrenecek, ancak sevgiyi aramaktan da hiç vazgeçmeyecek bir naif kahraman… Hasan ve Hüseyin ise ana bir baba bir ikizler. Fakat kader onların birini Sultan Selim’in diğerini ise Şah İsmail’in sağ kolu yapıyor. Onların gözlerinden ve gönüllerinden geçenler aracılığıyla sultanların halet-i ruhiyelerini, devletlerini yönetme şekillerini anlıyoruz roman boyunca. Pala, Hasan-Hüseyin adlı, ikiz metaforuyla Anadolu topraklarında yaşayan  Türklerin arasında yeşeren dramatik ayrılığı vermek istiyor besbelli.

Ve gelelim Taçlı Sultan’a. O da roman boyunca Kamber gibi sevgiyi arıyor aslında. Dünyanın en güçlü erkekleri arasında yapayalnız ve sevgisiz kalıyor ama… Güzellik yetmiyor. Bir kadını sevgiye ve mutluluğa götüren şeyin sevilme arzusu olmadığını ölene dek anlayamıyor. Kadının mal gibi görüldüğü, alınıp satıldığı, savaşlarda bir tehdit unsuru gibi kullanıldığı bir çağda, sudan çıkmış bir balık gibi Taçlı Sultan. Ataerkinin o muhteşem saraylarında, güç ve iktidar uğruna annesini öldürten, babasını ayaklar altına alan adamlar arasında, ne aradığının da, neyi bulamayacağının da farkında değil.

Her savaşın sadece bir kazananı, bir kahramanı vardır. Pala, bir savaştan iki kahraman çıkarmaya niyetleniyor cesurca. Ancak adları tarihe gerçekten de kahraman olarak geçen bu iki adam da, etrafındaki diğer kişiler de hikaye boyunca bir türlü derinleşemiyor ve giderek kartonlaşıyorlar ne yazık ki. Aşkları da, arzuları da yavanlaşıyor. Hırslarının kaynağını anlayamıyoruz, şiddetleri itici geliyor kendimizi kahramanlarımızın yerine koyamıyoruz. Şah ile Sultan’ın yanındaki karakterlerin naifliği de bir yandan insani gelirken bir noktada gerçekdışı görünmeye başlıyor.

“Şah&Sultan”ın, tarihimizle yüzleşme biçimine gelince. Bu şekli pek çokları beğenmedi besbelli. Hele ki, bir roman ekseninde olan bitenin tarihi gerçek olarak verilmesini… Alevilik ve Sünnilik ayrımı toplumumuzun kırılgan demeyeceğim ama en hassas noktalarından biri.  Bu konuda ama gerçek ama edebi söz söylemek zor. Her şey bir yana, en azından bu hassas noktaya parmak basma cesareti bakımından İskender Pala’nın hakkını yememeye ve başka türlü yüzleşmelere ihtiyaç duyanları, bunu gerçekleştirmeye davet ediyorum.           

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.