Her şey bir ağaçla başladı, ne güzel. Doğanın en suskun, en dilsiz, bizim gözlerimize en durağan gelen varlığı seslendi birden, hareketlendi. Yüzüklerin Efendisi: İki Kule’de, en beklenmedik anda harekete geçip savaşın kaderini belirleyen entleri, Orta Dünya’nın en yaşlı ağaçlarını hatırlamamak mümkün mü... Sanki bir sonsuzluk kadar durup sonra da insanların, hayvanların ve tüm büyülü varlıkların geleceğini temizleyen entler... Evet, işe ciğerleri temizlemekle başlamışlardı, yoksa bunca gaz nasıl atılırdı bedenimizden?
Bir haftanın ardından işte ilk önce bunu unutturmaya çalışıyorlar. İktidarın kalemi, Solucandil konuşmaya başladı yeniden. Onu içimizden, onu dilimizden atacak bir Gandalf ruhu uyanmadı mı peki? Uyandı tabii, yoksa nasıl direnirdik, nasıl yazardık hâlâ?
Yazmak zor yine de… Twitter’ın insan beyninde kalıcı hasar bırakan, saniyeleri de geçtim saliselere inen hızına odaklanmış, yani tam olarak hiçbir şeye odaklanamamaya ayarlanmışken… Okumaktan söz etmiyorum bile… Şikayet mi, hayır değil. Olur mu hiç. Lakin yazmak gerek evet. Uzun uzun düşünmek ki, dil de dönüşsün, kendini, yerini bir parçacık olsun, bulsun… Evet başlangıçtan bugüne yani tam bir haftadır direniş üzerinden dili, edebiyatı ve siyaseti düşünüyorum. Ruhum ve yüreğim gibi beynim de açılıyor sevgili okurlar, üçü birlikte açılınca dilin de yanı sıra gelmesini bekliyorum. Müjdeli, ilhamlı, parlak dilin, direnişin ve isyanın, doğanın ve yabanılın dilinin gelmesini…
Ve geliyor tabii. Ama şimdilik yağma yok, bu dil pankartlarda, duvarlarda yazılıyor, köşe yazılarında değil. Sözümona sosyolojik makalelerde falan da aramayın hiç onu çünkü şiirle geliyor, şiirde geliyor… Hikayesi olmayan bir kahkaha gibi patlıyor, yankısında nice medet filizlenip yeşilleniyor. Türkiye’nin üç kuşağını karanlık bir örtüyle saran vazgeçmişliğin, hayal kırıklığının, ezilmişliğin dili kırıldı, yok olup gitti bu hafta, kalktı üzerimizden gölgeler… Üzerimize ataleti salan; bir şey yapamazsın zaten, boş ver, sen kendine bak, gemisini kurtaran kaptan, diye fısıldayan nice solucandiller sökülüp atıldı. Bunun farkında olmayanlar, fark etmek istemeyenler geçmişin diliyle olan biteni yorumlamaya, yazmaya çalışıyorlar kaleme sarılıp. Ancak roller değişti, kuyunun başına geçip attığı taşın yankısını duymayı bekleyenler artık bir hafta öncesinin kalem erbapları, bir hafta öncesinin söz muktedirleri. Siyaset rüzgarıyla dönüp durmaya alışanlar, halk rüzgarıyla savruldular. Dilden kovuldular. Şimdi ne yazsalar iğreti, ne yazsalar akla da yüreğe de işlemiyor, hele ağaçların ruhuna hiç işlemiyor…
Artık iyiden iyiye farkındayız ve unutmuyoruz ki her şeyin merkezinde bu defa piyasanın değil doğanın işleyişi yer alıyor. Ağacın, suyun, bulutların olduğu gibi direnişin de hafızası var. Son yıllarda ortaya çıkan, insanı bir yana koyan, doğa merkezli bir toplumsal oluşumu kimileri görmezden geldi, devlet ise organik/ekolojik tarım adı altında onu pazarlamaya çalışarak piyasaya kanalize etme yoluna gitti. Oysa doğanın piyasaya dönüştürülemeyen ve ne kadar görmezden gelinirse gelinsin varlığını sürdüren gücü, insan ruhuna bir kez daha girmişti işte. Ağaçlara sarılan insanlar bir daha eskisi gibi olamazlar.
Solucandiller kulağımıza fısıldamaya devam ediyor, direnişi siyasetten, ekonomiden dışlamaya, gündelik hayatın içine, yemeye içmeye, giymeye gezmeye, yaşam biçimlerinin çeşitliliğine falan hapsetmeye çalışıyorlar. Unuttukları bir şey var ama, doğa da, dil de, edebiyat da siyasettir zaten. Her tür iktidarın karşısında, sonsuz dönüşümün içindedir... Direnişin dili, son birkaç yıl içinde kıpırdamaya başlayan yepyeni bir edebiyatı, yepyeni bir karşı duruşu müjdeliyor; ve kahkahalar içinde diyor ki: Ağaçlara sarılanlar onları bir daha bırakamayacaklar…
(Manşetteki fotoğraf: REUTERS/Navesh Chitrakar)
Yeni yorum gönder