Bin yıllık ömrü olan bir ağaç; zeytin... Dile kolay bin yıl... Bin yıl boyunca bir başına durmak, toprağa kök salmak... Meyve vermek her yıl durmaksızın, sürgün, dal ve yaprak... Yağmuru beklemek sabırla kurak aylar boyunca, rüzgara göğüs germek cesurca, baş eğmemek... Ondandır ki tarihi otuz bin yıl öncesine dayanan zeytine bu topraklarda “ölmez ağaç” demişiz. Upuzun yaşamına saygı göstermiş, meyvesiyle, yağıyla beslenerek onun ölümsüzlüğüne ortak olmuşuz bir parça da olsa. Onun yaşamından kendimize dair bir yaşam biçimi seçmişiz. Sadece zeytin mi, değil elbet. Elma ağacından çınara, söğütle kavaktan dişbudağa, akçaağaçtan cevize, yemişe el vermişiz... Ta ki, elli altmış yıl öncesine kadar...
Öyle çok uzak bir tarih değil, ağaçları unutmaya başladığımız ya, bir unutmak ki bizimkisi, sanki hiç bilmemişçesine, hiç yaşamamışçasına... İnsan tanıdığına, bildiğine kıyamaz, ağaçları ne kadar unutsak o kadar kolay çıkarır olmuşuz onları hayatlarımızdan... Çirkin şehirlerimize, aç gözlü turizm işletmelerine, madenlere kolaycacık kaptırır olmuşuz dönüm dönüm, hektar hektar ölmez dediğimiz gümüşi zeytini de, başı bulutlarda çınarı da, hüzünlü serviyi, içinde varoluşun tüm büyüsünü taşıyan sediri, bembeyaz çiçekleriyle bademi, narin söğüdü, mis kokulu ıhlamuru, aşık çamları ve daha nicelerini de, kurban vermişiz, kendi ellerimizle öldürmüşüz.
Cehalet, içinde bilgi, unutmaksa hatırlamak umudunu taşır neyse ki. “Türkiye’nin Ağaçları ve Çalıları”nın yazarı Necati Güvenç Mamıkoğlu, ağaçları hatırlamak ve yeniden tanımak üzere harekete geçen ender insanlardan. Meyce ağacının dallarında uyuklayarak, ağaçlardan kopardıklarıyla beslenerek gelişen bir çocuğun büyüyünce ağaçlık bir bölgeyi yok eden bir inşaat mühendisi olabileceğini düşünebiliyor musunuz, ya da ormanlık arazilerde hırsla maden arayabileceğini... İşte bu önermeden, bu umuttan hareketle çok önemli bir çalışmaya imza atmış yazar, Türkiye’deki ağaçların ve çalıların peşine düşmüş, onların dört mevsim aldığı halleri, çevreleriyle birlikte genel görünümlerini, gövdelerini, yapraklarını, çiçeklerini ve meyvelerini görüntüleyebilmek için sadece bir ağacın yıl boyunca dört beş farklı zamanlarda fotoğraflarını çekmiş. Tüm Türkiye’de yüz altmış binden fazla çekilen fotoğrafı üç yüz elli ağaç ve çalı türünü kapsayan bir derlemeye dönüştürmüş.
Evet, bilimsel bir çalışma değil “Türkiye’nin Ağaçları ve Çalıları”, ağaçlara çok, çok ilgi duyan bir adamın titiz, sabırlı, sevgi dolu kitabı. Ulusal bir botanik bahçesinden ve arboretumdan yoksun olan bizler için Türkiye’deki ağaç ve çalı türlerini bir arada canlı görmek mümkün değil. Ancak bu tür çalışmaları elimize alarak gittiğimiz yerdeki bitki örtüsünü tanımak durumundayız. Dolayısıyla Mamıkoğlu’nun emeği çocuklara, dünyayı tanımak üzere harekete geçmiş gençlere ve botaniğe amatörce de olsa ilgi duyanlara yönelik.
Ağaç dediğin nedir ki?
Ağaç nedir biliyor muyuz? “Boyu en az beş metre, gövde çapı da on santimetreden aşağı olmayan, dal, sürgün ve yaprakların oluşturduğu tepe tacını tek bir gövde ile taşıyan, her yıl çap artımı yaparak kalınlaşan, boy büyümesi yaparak boylanan ve dokularındaki hücrelerin büyük bölümü odunlaşmış olan uzun ömürlü odunsu bitkiler.” Sadece bu kadar mı?... Değil elbette. Ama ne kadar fazlası, işte onun kararını insanlık verecek hiç şüphesiz...
Ağaçlara bakmayalı çok oldu belki de, botaniğe ilgi duymaksa ancak emeklilik dönemine yakışıyor gibi gelebilir. Fena halde yanılıyoruz bence, zira bu gidişle emeklilik dönemi hem bizim hem de çevremizdeki ağaçlar için çok geç olacak. Beklemeyelim, arabaların, evlerin arasında sıkışıp almış, sokağın bir ucunda kimseleri rahatsız etmeden duran o ağaçtan başlayalım evvela. Birileri bize ağaçları nasıl bilirdiniz, diye sormadan önce, elimizi çabuk tutalım...
Yeni yorum gönder