Kırk yılın başı sinemamıza şiir ve edebiyat gelmiş, gitmesem olmaz, yazmasam olmaz. Peki gelmiş mi sahi? Ne diyeyim, bir gişe filmine herhangi bir şey ne yoğunlukta yansıyorsa, işte o kadar gelmiş. Ama biz, söz konusu edebiyat olunca, hep azına razı, şu kadarcığına bile müptela…
Efendim, bir kere herkesler duydu, öğrendi, hatırladı Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu, Behçet Necatigil ve kırklı yılların şiir-edebiyat ortamını. Herkesler bir kere daha anladı, edebiyat aşkının, gerçek edebiyat aşkının bir ömre mal olduğunu. Film eleştirmeni değilim, olmadığım için filmin, anlattığı yaşamöykülerinin melodramına yenik düştüğünü, filmin yönetmeni olan şair Yılmaz Erdoğan’ın, anlattığı zamanı, içinde yaşadığı zamanın ruhuna ve kafa karışıklığına karıştırdığını, ilk on beş dakikada anlatılan ve hissettirilen şeylerin üzerine filmin sonuna kadar bir şey eklenmediğini falan, yazmıyorum. Necatigil nasıl şiir için hayatını daraltmışsa ben de edebiyatın alanından çıkmıyorum. Pop rüzgarının yarattığı dalgaya binerek Birinci Yeni’nin sularına varıyorum…
Garip akımının şairlerinden Rüştü Onur’a ve Muzaffer Tayyip Uslu’ya Orhan Veli’nin Garip'ini getirir Behçet Necatigil. Şairler sevinçten ve heyecandan deliye dönerler, iyi ama neden? Kelebeğin Rüyası bunun cevabını vermez. Tıpkı halkın yoksullar ve Cumhuriyet elitleri olarak ikiye ayrıldığını gösteren ve böyle bir ortamda iki gencin şiir diye niye delirdiğini de söyleyemediği gibi... Ama yanıt çok ama çok önemlidir. Çünkü ne kadar tartışılırsa tartışılsın Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat, Türkiye’de en az harf inkılabı kadar güçlü ve devrimci bir işe ön ayak olmaktadırlar. Yüzyıllar boyunca yükseklerde bir yerlerde yer alan, halktan kopuk olan şiiri yere indirmektedirler. Şiiri hece ile aruzun sesinden kurtarmak ve yine de kendine özgü bir sağlamlık yakalamak... Sadece bu da değil tabii, kafiye ilkel; mecaz, mübalağa, teşbih ve benzeri söz sanatları gereksizdir Garipçiler için. Bütün gelenekleri atmak, yeni bir dil kurmak için savaş başlamıştır, hem yıkıcı hem de yapıcı bir savaştır bu. Gelenekçiler ile Garipçiler arasında sonsuz bir tartışma alanı açılır, derken ikinci yeni şiiri doğar Birinci Yeni’nin üzerine, fena mı olur? Fena ne demek, Türk şiiri kaynamaktadır fokur fokur, bugün edebiyat ortamı dediğimiz ve ölümsek ölümsek sürüklenen şey o yıllarda bir bayram yerine dönmüştür artık.
Bir edebiyatçının en büyük hayali ne olabilir diye sorunca kendime, yeni bir dil yaratmak, diyorum. Garip akımı işte bunun peşindeydi. Bugünün yazar ve şairlerinin hayallerinin bile çok ötesinde duran bir şeyden söz ediyoruz, evet. Herkes okunmak istiyor kitlelerce evet, ama alkışlanmak, onaylanmak için, yoksa kitleleri sarsmak, onları kökünden değiştirmek için değil. Bugünkü edebiyat ortamımız, o çok eleştirilen tek partili, baskıcı dönemin edebiyat ortamı kadar heyecanlı ve devrimci olamıyor. Hayallerden mi vazgeçildi, cesaret mi yitirildi? Neden? Vikipedi'nin Birinci Yeni’yi anlatan yetersiz ve kısacık maddesi şöyle bir cümleyle sonlanıyor: “Garip akımını takip eden şairler bir türlü düzgün para kazanamamıştır. Kaderleriyle baş başa kalmışlardır. Genelde yalnız olarak hayata gözlerini yummuşlardır.”
Yalnızlık ve parasızlık. Çağın insanı için ölümden beter olan iki şey. Ne yaparsak, ne yazarsak yazalım, buna dayanmamız mümkün değil. Halkı sarsmanın bedeli ağır ve şairler bu yükü sırtlanmak istemiyorlar belki artık… Yılmaz Erdoğan’ın gördüğü ve her şeye rağmen sevgiyle anlatmaya çalıştığı şey bu işte: Kendi melodramına yenik düşen hayatlar. Garipçileri de, onların ardından gelenleri de ne vakit melodramın ötesinde görmeye başlarız, kısacık yaşamlarını kendi melodramlarına yenik düşen hayatlar olarak görmekten vazgeçeriz işte o zaman değişir hikayelerimiz. Şiir hayatın kendisi olur, şairin ömrü uzar, kamburu düzelir, sırtı dikleşir… Şiirin içinden geçen sebepsiz yaşam sevincini kavrar, yaşam pahasına niye yazdıklarını anlayıveririz…
*Rüştü Onur’un Memnuniyet adlı şiirinden. Rüştü Onur- Şiirleri, Yazıları, Ardından Yazılanlar, Salah Birsel, Sel Yayıncılık, 2012.
Yeni yorum gönder