Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Bir blog açtım, bütün hayatım değişti

Adı blogosfer, evet itiraf edeyim ki seviyorum ben bu atmosferi. Bir kere kelimenin tam anlamıyla karnavalesk bir ortam; rengarenk, kışkırtıcı, ilhamlarla dolu, hareketli, değişken. Üstelik rüyasal hafızayla işliyor; buraya nereden geldim, şimdi okuduğum, şimdi baktığım ne ki, diye düşünemiyorsunuz bile. Ancak uyanırsanız, ancak başından kalkarsanız… Nihayetinde düşündükçe silinip giden izler halinde bir şeyler kalır zihninizde. Ve her gün rüyaya dalar gibi, uykuya yatar gibi onun içine girmekten alamazsınız yine de kendinizi. Bazıları bu cümlelerde istihza sezebilir, hayır kesinlikle yok, bilime değil büyüye, gerçeğe değil rüyalara inanırım çünkü ben, sabit bir şekilde. Edebiyat konusundaki sabitlenme ise, bilenler bilirler, esas o, hiç değişmezdir. Velhasılı söz konusu ettiğim şey edebiyat blogları elbette. ‘Edebi blogosfer’ mi desek acaba, oldu bence. İşte haftanın konusu bu, edebi blogosfer. İki ilginç haber var elimde, onlar üzerinden gitmek istiyorum.

 

 

 

 

 

 

İlki, bu yıl Man Booker Ödülü jüri başkanlığı görevini üstlenen Peter Stothard’ın, edebiyat bloglarının ciddi eleştirinin sesini bastırdığı ve bunun da edebiyata zarar verdiği konusunda yaptığı uyarı. Kendisi de bir blog yazarı ve editör olan Stothard, “edebi eleştirinin iyiyi ve istikrarlıyı belirleyebileceğini ve bunun neden iyi olduğunu açıklayabileceğini” savunuyor. Öte yandan, blog yazarlarının tabiri caizse “çatlak sesler” çıkardığını düşünüyor. (bknz. Sabitfikir “Blog yazarları edebiyata zarar mı veriyor?” başlıklı yazı.)

 

 

 

 

Ah dil, ey dil, sen yok musun sen, sen yaratan ve yok eden... Bir kere Stothard’la bir konuda hemfikiriz, edebi eleştiri iyiyi ve istikrarlı olanı belirleyebilir.  Bu, bir gerçek değilse de, inançla ilgilidir. Bir eleştirmen olarak buna inanırım her şeyden önce ben, diğer eleştirmenlerin de buna inandıklarına, inanırım... Ancak blog yazarlarının çatlak sesler çıkardığı iddiasına gelince, Stothard’ın da sesi de çatlamakta sanki. Dilin kendisi bir kaos değil midir zaten, ve her kafadan bir ses çıkmazsa dil, dilliğinden kaybetmemekte midir hızla. Şüphesiz, bir kaybediştir. Bu noktada bir paradoksla burun buruna geliriz. İşte fallus harekete geçmiş, blogosferin kaotik ortamına bir nizam getirmek üzere kolları sıvamıştır. Edebi bir blogun en azından de’leri, da’ları ayıracak, noktalama işaretlerini doğru kullanacak yazılara sahip olması beklentisi bile bizi bir tür tirana dönüştürebilir. Karnavalda mana, esrime de mantık ararız, gülünçtür ama yaparız bunu. Ecnebiyatı bilmem ama Türk edebi blogosferinde zaten daha çok eleştirmenlerin, yazarların bloglarının takip edildiğini görmek bu bağlamda beni hem üzmekte, hem de aynı ölçüde sevindirmektedir. Doğal seleksiyon fiziksel olarak bilmem gerçekten var mıdır ama zihinsel olarak onun geçerli olduğuna eminim.

 

 

 

 

 

 

 

 

Geleyim ikinci habere, geçen yıl Egoistokur ile bir Bumerang ödülü alan Gülenay Börekçi, bu yılın ödül töreninde bir konuşma yapmış. (bknz. Egoistokur.com, “Egoistokur’un On Emir’i”) Bir blogger olarak kendi deneyimini, bulduğu on emri paylaşmış. Bu konuşmada en çok dikkatimi çeken ve itiraf edeyim beni en çok etkileyen Egoistokur’nun sahibesi Gülenay Börekçi’nin  'dünyayı bloggerların değiştireceğine dair inanç”la ilgili yaptığı atıftı. İnternetin, yazının başından beri neredeyse kutsadığım, özgür ve kendi gerçekliğini yaratan yapısı, insanlığın bir kısmını bu inançta birleştiriyor. Modernizmin tüm inançlarımızı ve ideallerimizi ustalıkla elimizden alan yapısı, internet ortamında işte bu şekilde alaşağı ediliyor. Bir blog dünyayı değiştirebilir mi? Ne önemi var, blogu yazanı değiştiriyor ya, o yeter…

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.