Kütüphanemde bir keşif gezisine çıktım, günlerdir kitapların önünde, gözlüğüm burnumda, ellerim arkada birleşmiş, dikilip duruyorum. Kitapları Değerlendirme ve İnceleme Komisyonları’nın varlığı beni benden aldı sevgili okurlarım, huyumu değiştirdi iyiden iyiye, kendi kendimi ihbar etme niyetindeyim. Niye niyetlenmeyeyim ki, kişisel paranoyalarımı dikkate almış devletim, dikkat ne demek, bunun için komisyonlar kurmuş. Sözgelimi ben atıyorum, onlar tutuyorlar, ben huylanıyorum, onlar gereğini yapıyorlar. Eh o zaman kendi kendimi de olsa, niye ihbar etmeyeyim…
Şimdi evvela, kendime Şeker Portakalı’nı, Fareler ve İnsanlar’ı, Zıkkımın Kökü’nü, Semerkant’ı baz aldım. Evirdim çevirdim tekrar tekrar, komisyonum hangi hassasiyetlere daha çok hassasiyet gösteriyor diyerekten çeşitli notlar aldım. Buna göre fark ettim ki, piyasanın çılgınca piyasaya sürdüğü eften püften kitaplarla ilgilenilmiyor. Şikayet edilecek kitabın edebi değerinin bir nebze de olsa yüksek olması, insan ruhunun çeşitli yerlerine dokunacak yetkinlikte bir dili olması gerekiyor. Komisyonum piyasa işleriyle pek ilgilenmiyor, piyasaya, haklı olarak tabii, pek dokunmuyor. Şimdi çıktı mı hop diye kütüphanemin en gözde çoksatarları listeden, çıktı. Gözümü diktim dili, edebiyatı kötü emellerine alet edenlere. Başköşelere yerleştirdiğim, baş tacı yaptığım kitapların yazarları gözümde bir düştü, bir düştü… Meğer yıllarca koynumda yılan beslediğimi, edebiyatı böyle yükseltip göklere çıkararak kimlerin kimlerin oyunlarına geldiğimi anladım. Yıllarımı edebiyat adına avanak avanak okuyarak, bir takım halk düşmanlarını, benlik sömürücülerini hayatıma alarak geçirdiğime yandım. Bu yanışla daha da hırslandım. Yığmaya başladım kitapları, öyle birer ikişer değil, onar yirmişer, kucak kucak, hepsini hepsini götürmeli, teslim etmeliydim… Komisyonum, yazara da, edebiyata da olan bakış açımı değiştirmişti işte. Ama edebiyata güven olmaz, şöyle ucundan birkaç sayfa diye çevirmeye başlarsınız, sonra bir de bakmışsınız, kendinize ve topluma dair bir aydınlık hissi doğmuş içinize, ya da bir isyan, bir başkalık hali sarmış sizi sımsıkı bırakmıyor, çeviriyorsunuz ardı ardına sayfaları hevesle…
Sevgi Soysal’la yürümeye başlıyorsunuz mesela, maazallah cinselliğinizi keşfediyorsunuz; Yaşar Kemal’le eşkiyalaşıyorsunuz; Gülten Akın size doğanın içinden olmadık şeyler söylüyor; Sevim Burak delirtiyor; Oğuz Atay, benliğinizi toplum dışına itiyor, yetinmiyor bir de bunla dalga geçiyor; dalga deyince sonra aklınıza Tahsin Yücel geliyor, sanki dile de edebiyata da nanik yapıyor; derken Latife Tekin, bakmayın soyadına, ne tekinsizmiş meğer, size pılık pırtık bir yeraltı örgütü kurdurup sonra da üstünde tepiniyor, Yusuf Atılgan tüm modernlik heveslerinizi tek bir omuz silkişiyle yıkıyor, Orhan Pamuk gelip onun yıktığının üstüne postmodern bir şeyler inşa etmeye başlıyor, ah bunlar birbirini de besliyor, ah demişken Didem Madak nasıl ah çekiyor, konu komşu okuyup okuyup ağlıyor. … Yok yok yok, imkanı yok onlarla bir gece daha aynı çatı altında uyuyamazdım…
Doldurdum kutulara, yükledim arabaya, doğru komisyonuma. Kapıdaki görevliler sağolsunlar hiç kurcalamadan taşıdılar kolileri, çıkardılar beni komisyonumun karşısına. Komisyonum bana bir baktı, anında anladı. Siz dedi, bütünü gören nadir insanlardansınız, çok okumuş, durumu kavramışsınız. Türk edebiyatı olsun, dünya edebiyatı olsun komple suçludur evet, bir gün gelecek her kitap ihbar edilecek, o kutlu günde hepsinin icabına bakılacaktır tabii. Ama siz acele etmeyiniz, koli koli değil, teker teker getiriniz…
Görevini yerine getirmenin gururu ve komisyonumun karşısında ezilmiş olmanın hazzıyla dopdolu geri geldim. Cesaretle açtım kolileri. Korkusuzca evirip çevirdim; hangisinin daha tehlikeli ve toplumu yıkmaya muktedir olduğunu bulup çıkarmalı, bu görevi gerekirse bir başıma ben yapmalıyım. Yolum belli, kendimi güzel toplumum ve komisyonum uğruna ateşe attım, şimdi hepsini yeni baştan okumaya başladım.
Yeni yorum gönder