Artık hepimiz pekala biliyoruz, işsizlik Türkiye’de ve dünyada sadece iktisadi olmayan derin bir kriz kaynağı... Sadece iktisadi değil, çünkü ‘anlam'ın işe göre, iş durumuna göre belirlendiği bir toplumsal sistemde yaşıyoruz. Diplomalı olmak iş sahibi olmak anlamına da gelmiyor ne zamandır, okumuşların işsizliği hiç de istisnai bir durum değil… Artık okumuş olmak, yani beyaz yakalı olmak ayrıcalığı diye bir şey yok. “Kullan-at” tarzı istihdamın hüküm sürdüğü güvencesiz ve kaygan zeminlerde yürümeye çalışıyoruz hep beraber. Ve ülkemizin semalarında git gide bir isyan gibi yükselen tek bir soru hayatlarımızı sarıyor: Boşuna mı okuduk?
Kapitalizmin siyasi ve iktisadi aktörlerinin bu soruya verdikleri cevap bal gibi de evet. Hatırlarsanız Başbakan Erdoğan geçtiğimiz yıl tam da bugünlerde “Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok”, diyordu. Tanıl Bora’ya göre bu uyarı hem fiili durumun tescili hem de ideolojik. “İşsizliğin yapısallaştığı bir dünyada, işsizliği bir kabahat olarak işsizlerin sırtına yükleyen bir söylem bu. Aynı zamanda, her insanı vasıflarını sürekli arttırmaya dönük bir performans ve rekabet basıncı altına sokan saldırgan ‘iş kültürü’ ideolojisini yeniden üreten bir söylem.”
“Boşuna mı okuduk?” Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstün’ün ortaklaşa hazırladıkları bir çalışmanın adı. İşsizliğin sosyal bir deneyim olarak nasıl yaşandığına bakan, sosyal-psikolojik yanına odaklanan oldukça dikkat çekici bir çalışma. Yazarlar öncelikle içinde bulunduğumuz geç kapitalizm döneminin işsizlik ekseninde geç ortaçağ ile iki tane şaşırtıcı benzerliğe değiniyorlar. Birinci benzerlik, “emek rejiminin olağanüstü esnekleşmesi, çok standartlı hale gelmesi ve hukuksuzlaşması”. İkinci benzerlik ise “geniş bir nüfus üzerine kapkara bir ‘lüzumsuzluk’ bulutunun çökmesi. Çok geniş nüfusların ‘fazla’ durumuna düşüp lüzumsuz addedilmesi, kronik yoksulluk içinde toplumsal açıdan bağsızlaşması.” Bağsızlaşma sözü burada oldukça önemli. İdeolojik söylem gelişen teknolojiyi de yanına alarak, bir tür özgürlük vaadi olarak bağsızlaşmayı vurguluyor. Kendini hiçbir yere ait hissedemeyen, güvensiz, güvencesiz işsizler toplumu tüm dünyayı sararken, Bora soruyor, lüzumsuz işsizlerin dünyası kapitalizmin de giderek lüzumsuzlaştığının bir kanıtı değil midir, diye…
Yeni direniş biçimleri: İşsizler grevi
Peki, hal böyleyken, emeği soyutlaştırmaya yönelen kapitalizmin paradigmasını aşmak nasıl mümkün olacaktır? Bağsızlaşmış, hiçbir yere ait olamayan yığınlar haklarını nasıl, hangi platformda savunacaklar, kısacası örgütlenemezlerin örgütlenmesi gerçekten mümkün müdür? “Sömürü ve tahakkümün olduğu yerde direniş de olacaktır. Lakin bu –Deleuze’ün terimleriyle- ‘denetim toplumu’nda ‘eski’ ‘disiplin toplumu’nun fabrika ve sendikasından görece farklı olabilecek olan ortaklaşma ve dayanışma yolları ve zeminlerinin bulunmasını gerektiriyor: Tam istihdam ve emeğin homojenliği mantığı üzerine bina edilmiş olan sendikalar gibi geleneksel örgütlenmelerden farklı, sermayenin vazettiği ‘esnekliğe’ cevap verebilen ve çok çeşitli katmanlarıyla işsizleri, yoksulları ve güvencesiz çalışanları buluşturabilen yeni direniş biçimleri”.
Bu noktada Bora, Robert Castel’in “Bir işsiz grevi tasavvur eder miydiniz?” sorusunu anımsatıyor. İşsizlerin lüzumsuz, başarısız olarak tanımlanmaya karşı isyan ettikleri, varoluşlarının anlamını iş dışında kurmaya giriştikleri bir grev hayali... Ve bu türden hayata geçmiş diğer direniş biçimleri. Kim bilir belki de yeni bir politik devrim perspektifi.
Bugün gelinen noktaya dair çizdiği tablonun ve olası çözüm önerilerinin yanı sıra çalışmanın en dikkat çekici bölümleri kuşkusuz birinci ağızdan aktardığı gerçek “işsiz” hikayeleri. Kendimize ve çevremize hiç de yabancı gelmediğini, çok rahat özdeşim kurabildiğimizi gördüğümüz bu ‘gerçek’ hikayelerde kişisel kaderin çok ötesinde bir şeyler var. Merak ediyorum acaba kaç milyon kişi aynı anda “boşuna mı okuduk” diye sorarsa, bu düzen değişecektir?
Yeni yorum gönder