Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Deccali yaşatmak mı, öldürmek mi?

Çağdaş sanatçılardan Harun Farocki öğrencilik yıllarında yaptığı bir işle dikkatleri üzerine çeker: Öncelikle okuldan kovulur. Sanatçı Napalm bombası yemiş bir Vietnamlı’nın hikayesini anlattıktan sonra elinin üzerinde bir sigara söndürür. Napalm bombasının yarattığı ısı 3000 dereceymiş, sigara yanığı ise sadece 400… Hemen Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak'ı geliveriyor aklımıza, Farocki bir adım ileri gitmiş başkalarının acısını bir parça da olsa paylaşmak, anlamak noktasına gelmiş. Ya da her şey sanatsal bir işten, bir gösteriden ibarettir, diyebiliriz, kim bilebilir… Aslında hikayeyi, nasılını niçinini Enis Batur’dan dinliyoruz. Geronimo’nun Ölümü adlı deneme kitabında, Usame Bin Ladin’in öldürülüş serüveninin bir okumasını yapıyor. Daha doğrusu 11 Eylül 2001 sabahı ile Bin Ladin’in öldürüldüğü sabah arasında tutulduğumuz imge bombardımanının içinden çıkmaya çalışıyor. Başkalarının acısına bakmak nasıl bir şey, onu kurcalıyor.

 

 

 

 

 

 

C.G.Jung, Batı düşüncesinin en büyük dramlarından birinin Hıristiyanlıkla beraber kötülüğü iyiliğin içinden çekip çıkarması, onu ötekileştirmesi, başkalaştırmasıdır, der. Deccal’i yaratmak demek, aynı zamanda onsuz olamamak da demektir. İşte Usame Bin Ladin’in öldürülüşü her ne kadar Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Obama için bir sonraki seçimi garantilediyse de, Batı düşüncesi, ruhu içinde büyük bir boşluk bırakacaktır. Boşluğu boş verelim şimdi, Batur’a kulak verelim tekrar. Yaratıldığı günden öldürüldüğü güne kadar Ladin’in imgelemimizde nasıl bir yer işgal ettiğine odaklanıyor bu denemelerde çünkü. “Biri için, başta World Trade Center’ın üç bin masum kurbanının soğukkanlı celladı, ötekisi için, WTC’da hiçbir ‘masum’ olamayacağına göre, Selahaddin Eyyubi’nin mirasçısı bir mücahid. Bir de, benim gibi arada duranlar adına Camus’nün Başkaldıran İnsan’da kurduğu cümleyi onaylayanların okuduğu imge: ‘Bir ezilmiş ne zaman adalet adına silahı eline almışsa, adaletsizliğin alanına adımını atmış demektir.’” Hangisiydi Ladin, biri, diğeri, hepsi ve aynı anda hiçbiri, fark eder mi?

 

 

 

 

 

Bir de şu Geronimo meselesi var. Bin Ladin’in öldürülme operasyonunun kod adı Geronimo konmuş. Belli ki soykırımdan geçirdikleri Kızılderili toplumunun, düşkünleşmiş lideri Geronimo bir deccal olarak yaşatılmaya devam ediyor Amerikalı zihinlerinde. Üstelik bunu karaderili bir başkan döneminde yapmaya devam ediyorlar. Amerika deccalleri olmadan, bir
hiç, gibi görünüyor. “Bir mazlumdu Geronimo” diyor Enis Batur. “Bin Ladin operasyonunda adının kodlaştırılması hem haksızlık hem stratejik bir hataydı.” Geronimo’nun torunlarından birinin tepkisini dikkate alarak sonradan söz konusu kod adı değiştirilmiş ya, ne anlamı var. Amerika bundan bir yüzyıl sonra yeni bir deccal öldürme operasyonunda, silip süpürdüğü Ortadoğu’nun mazlum halkları adına kod adını Bin Ladin koyar. Maksat deccaller yaşasın, imparatorluk yaşasın…

 

 

 

 

 

 

Sadece operasyonların kodlarında yaşamaz elbette cümle kötülükler, canlı durmaz düşman psikozları, terör paranoyaları. Gerçekle yalan, iyiyle kötü arasında sıkışmış, hanidir hepsini birbirine karıştırmaya niyetlenmiş Batı düşüncesi ve onun Amerikalılaşmış biçimi. “Hoolywood, western klasikleriyle Kızılderili portresinden başlattığı ‘öteki’ figürünü, zaman içinde Pearl Harbor kamikazelerine, Kore’ye, Vietnam’a, Afganistan’a, Irak’a, İran’a transfer ederek, karşıkefede bir kahraman figürü semirtti. Bobinler bu savaşların, savaşımların görüntüleriyle doldu. John Wayne’den Stallone’ye, Indiana Jones’dan Bruce Willis’e geçerken, ortalama Amerikalı makaraları birbirine karşılaştırmaya koyulmuş, bir aktörü başkan, ötekisini belediye başkanı seçerken, kurmacayı hakikatten ayıramaz hale getirilmişti.”

 

 

 

 

İmgelem ile hayat, gerçek ile kurmaca, gerçek ile yalan arasında bizi bölenleri anımsatıyor bu noktada Batur. Bilemiyoruz şimdilerde, sinema mı hayattan, hayat mı sinemadan beslenmişti diye? İşte o yüzden bakıp duruyoruz başkalarının acılarına. Bakıp durmaktan kendimizi alamıyoruz. Biz baktıkça acı azalıyor gibi oluyor, biz baktıkça gerçekler yalana dönüşüyor.

 

 

 

Peki niye yazıyor Batur bu denemelerde? “(…) sonuna yaklaştığım bu metin, ama senaryo ama sinopsis, kalkıştığımı, dahası tek planlık bir çekim yaptığımı gösteriyor. Yazmak, bir bakıma, bir önkayırma (travelling) yapmak – baştan uca. Kavramın yol(culuk) yapmakla çakışması boşuna mı: Uzun raylar döşenmiş, boylu boyunca ilerlemiş, yolda neyi ne kadar
görebilmişseniz o kadar göstermiş, gösterebilmişsiniz. Bakınız: Hitchcock, İp. Bir yazın metnini, bir sanat yapıtını tamamlayan sürecin onun karşı tarafta katedilmesi’yle gerçekleştiği görüşüne dayanırsak, sıra şimdi sizde, sizin.”

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.