Amerika’da yapılmış bir araştırmanın neticesi: “Edebiyat erkeklerin tekelinde” (Sabitfikir, 02.04.12), diyor. Bu sonuca varmak için, üstelik de tüm dünya edebiyatında, hiçbir araştırmaya gerek yok ki. Görünen köy kılavuz hiç istemiyor. Ancak yine de bu türden her araştırma ister istemez bazı konular üzerinde insanı düşünmeye sevk ediyor. Edebiyat erkeklerin değil, tüm dünyaya egemen olan beyaz-eril sistemin tekelinde. Sorun sadece yayın ve yazın dünyasında kadınların azlığından kaynaklanmıyor, sorun kadın ya da erkek fark etmez, dile, anlatım ve elbette okuma biçimlerine egemen olan bakış açısında.
Fazla uzağa gitmeden Türk romanına bakalım, tarihin bugünün bakışıyla bir tür yeniden okuması diyebileceğimiz tarihi roman türünde verilen hemen her eserde, tek ses duyuluyor, beyaz-eril-sünni bir anlatıcı, beyaz-eril-sünni bir tarihi yeniden yaratıyor, sonra da oturup bu yaratılmış tarihi ululuyor. “Hakikilik” adı altında pis işlerin içinde debelenen polisler- dedektifler, pis işlerin içinden kendi öz maçoluklarından birer kahraman olarak doğuyorlar tekrar tekrar. Üst edebiyatın sınırlarında ise zaten her romancı gerek romanlarında gerek anlatılarında kendinden bir “yazar-kahraman” yaratıyor… Burnumuza fena halde siyaset kokusu geliyor… Son zamanlarda siyasetçilerin de diline yazarları dolaması neden? Yoksa edebiyat da mı güçten, iktidardan faydalanma derdine düşüyor? Üstelik komplo teorilerini hiç saymıyorum bile…
Peki romanın ölümü olabilir mi bütün bu konuştuklarımız? Roman artık çağa ayna tutan muhalif bir ayna, başta yazarın kendisini olmak üzere her şeyi, herkesi acımasız bir eleştirellikle süzen yakıcı bir göz, değil mi? Eğer değilse, onu niye okuyalım ki! Buyurunuz okurun da ölümüne!... “Romancılar yayın piyasasının daraldığından yakınmaktalar. Gerçekten de eğilim, aslında eskiden olduğundan daha az sayıda roman satılıyorken, ideolojik içerikli yapıtlara olan talebin artması yolunda.
Bu yazınsal türün çökmekte olduğunu ileri sürmek için romanın kendinden kaynaklanan daha içsel nedenler bulunmasaydı bile, kuşkulanmak için bu istatistiksel veri yeterdi”, diyor İspanyol filozof José Ortega Y Gasset, bundan neredeyse yetmiş yıl önce. Bugün roman kuşkusuz ki Gasset’nin dünyasına göre çok satıyor. Ancak yine baskın ideolojinin etkisindeki romanlar için geçerli elbette bu “çok satma” olgusu. Onların ötesindeki her kitabın nihayetine depolarda küflenme, her yazarın yazgısında ısrarla görmezden gelinme var. Çok satanla çok satmayanın arasındaki uçurum büyüyor ve aradakiler giderek yok oluyorsa, bu dengesizliği düzeltecek olan şeyi yine edebiyatın içinde aramak saflık olabilir mi?
Roman ölmemişse eğer, ölmeyecekse, buna cevap verecektir kuşkusuz. “Bizi ilgilendiren Don Quijote ile Sancho’nun kendileridir, başlarına gelen olaylar değil”. Kurgudan kahramanlara, olaylardan kişilere doğru kayan ilgimizi bu şekilde ifade eden Gasset’in işaret ettiği şey romanın ruhu... Daha doğrusu romanın ölümsüz bir türe dönüşmesinin sırrı. Gasset’nin dile getirdiği bu sır umalım ki Türk romanının da mucizesi olsun. “Romanın içine her şey sığar: Bilim, din, politika, toplumbilim, estetik yargılar- yeter ki hepsi sonradan kendi özlerinden uzaklaşıp romanın hacmi çerçevesine katılsalar da, sonunda uygulayımsal bir güçleri kalmasın.(…) Bir ruhsal yaratıklar topluluğu yapılandırma olanağı yeni romanın üzerinde işleyebileceği en büyük araçtır.”
Yeni yorum gönder