İnsan olarak evrimimizi tamamladığımızı kim söyleyebilir? Biyolojik bir gelişimden söz etmiyorum elbette. Oturmuş hep birlikte ruhani ve zihinsel bir evrimi, bireysel ve toplumsal bir tekamülü bekliyoruz ya, öyle zararsız bir bekleyiş değil bizimkisi. El ele vermiş dünyanın köküne kibrit suyu dökmekle meşgulüz bir yandan. Dolayısıyla vakit daralıyor, yokoluşun eşiğine geldik ve yok etmeden var etmeyi tez elden öğrenmek bir yana, istememiz gerekiyor. Çok şükür ki içimizden bazıları nicedir hazırlıklara başlamıştı aslında. Geniş bir çerçeveden baktığımızda edebiyatın hem özgürleştirici hem de önermeci yanının altını çizen pek çok yazarla karşılaşıyoruz. Andere Gide’den Samuel Beckett’e uzanan bir çizgide ataerkil, kapitalist, ilerlemeci düzenin kokuşmuşluğunu anlatıyor edebiyat. Ancak çerçeveyi daraltıp, sistemin yıkılışına ve yeni bir çevreci düzenin gelişimine, insan ruhunun şiddet ve iktidar hırsından arınarak evrim çizgisinde bir büyük basamak atlamasına odaklanan düşüncenin temelini, felsefede de edebiyatta ta 1970’ler itibariyle açık seçik görmeye başlıyoruz. Bir çöl gezegeninin ekolojik sisteminin ve yaşama felsefesinin değişimine odaklanan Frank Herbert’tan doğu felsefesiyle batının teknolojisinin birleştiği bir toplum öneren Aldoux Huxley’e, hemen her çalışmasında dişil yanı ağır basan yepyeni yaşam biçimleri tasarlayan Ursula K. LeGuin’den feminist edebiyatın ünlülerinden biri olan Dorris Lessing’e, ekolojik anarşizmin öncü isimlerinden J.G.Ballard’dan son yılların popüler kalemlerinden Zadie Simith’e pek çok ünlü yazar, düşlerini sistemle cesurca yüzleşemek suretiyle, yepyeni bir dünya anlayışına odaklıyorlar. Vandana Shiva, Françoise d’Eaubonne, Val Plumwood gibi isimler ise onların edebi düzlemde düşlediklerini, politik ve felsefi ölçekte netleştirmeye çalışıyorlar.
Bu hafta, ekolojik anarşizmin ve ekolojik feminizmin umut veren sularında dolaşmama yol açan yazar ise Ernest Callenbach. Kaleme aldığı “Ekotopya”, dünya literatüründeki ilk ekolojik ütopya, tüm ekolojik ütopyaların bir manifestosu... Bugüne kadar yazılmış tüm çevreci kurmacalara baktığımızda, ister alttan alta, ister direk olarak, hepsinin ekofeminizmi baz aldığını görürüz. Bu türün bir gereği gibidir zira, meseleyi doğaya dönüş gibi indirgemeci bir yaklaşımla ele alsak bile, doğayla kadını, yahut doğayla dişil yanımızın ortaklığını göz ardı etmemiz mümkün değildir. İşte Callenbach’ın da Ekotopya’daki kahramanı gazeteci Will, her ne kadar Batılı-beyaz-orta sınıf erkek olsa da, ekolojik dengeyi gözeten dişil bir toplumsal sistemi gözlemler.
Hikayemiz 1999 yılında geçer. Amerika’nın San Fransisco bölgesi yirmi yıl önce bağımsızlığını ilan etmiş ve Ekotopya adını alarak kapitalist ekonominin tamamen dışına çıkmayı başarmıştır. Kahramanımız, Times-Post’un ünlü yazarı Will de, Amerika’nın arkasını döndüğü bu garip ülkeyi yıllar sonra gözlemlemek üzere görevlendirilmiştir, o Ekotopya’ya giden ilk Amerikalı’dır.
Ekotopya’yı William Weston’un gazetesine göndermek üzere kaleme aldığı yazılarından ve günlüklerinden tanırız. Bu ütopik ülkede doğaya geri dönemeyecek herhangi bir madde üretilmez, işçiler çalıştıkları küçük fabrikaların ve işliklerin sahipleridir aynı zamanda, resmi çalışma saati haftada 20 saattir sadece, iktidarda kadınların yönettiği Yaşam Kavgası Partisi vardır, arabalar toplumsal hayattan tamamen silinmiştir, şehirler küçültülmüştür ve çekirdek ailenin yerini kabile usulü yaşayan komünal aileler almıştır. Yollar, köprüler, büyük fabrikalar yıkılmış yerlerine park ve bahçeler yapılmıştır. Duygusal ve cinsel bağımlılık diye bir şey yoktur burada, herkes istediğiyle özgürce beraber olur ve istediği yerde cinsel ilişki kurabilir. Futbol, basketbol gibi iktidar hırsını ve şiddeti körükleyen spor dallarının toplumsal hayatta yeri yoktur. Yürüyüş yapmaktan, oyun oynamaktan, ağaçlardan, yüzmekten ve tuhaf savaş oyunlarından hoşlanan Ekotopyalılar “kendilerini rahatça hayvan olarak” düşünürler.
İlerleyen zaman içinde Will’in yazıları ve günlükleri giderek alaycı ve küçümseyici tonunu kaybeder. Ekotopyalılar’dan etkilenmeye, aralarından dostlar edinmeye ve hatta o garip savaş oyunlarına bile iştirak etmeye başlamıştır çünkü. Üstelik yaşamına farklı bir sevgili olarak giren Ekotopyalı Marissa’nın da bu değişimde büyük rolü vardır. Klasik Amerikan tarzı yaşamını sorgulamaya başlar Will; ayrıldığı karısı, çocuklarını yetiştiriş biçimlerini, sözde özgür bir ilişki yaşadığı Amerikalı sevgilisi ve uğruna her şeyi feda edeceği mesleği ona ne ifade etmektedir. Kendini güçlü, güdülerinin farkında olan akıllı bir hayvan gibi görmek o kadar da kötü gelmemektedir artık. Ama gelip çatan bir şey daha vardır ki, o da kahramanımızın Amerika’ya dönüş zamanıdır.
Callenbach, Ekotopya’da aşkın ve doğanın gücüne inandırır bizi. Ancak bir yandan da tüm dünya düzeninin değişimini Hollywoodvari bir aşkın sırtına yükleyerek inandırıcılığını azaltır. Hikaye ilerledikçe, batılı eril gözü temsil eden -ve bu anlamda da son derece oryantalist-kahramanımızdan ve hezeyanlarından sıkılırız, ancak romanın çıkış noktasıdır bizi en az tatmin eden. Bunca ayrıntıyla bezediği Ekotopya’ya ulaşma noktasında Callenbach en kolay yolu seçmiş gibidir.
Her şey bir yana 1975 yılında kaleme alınmış bu eser umutlarımızı besler, hayal gücümüzü zenginleştirir ve “başka bir dünya mümkün” sloganına dair inancımızı tazelemeyi başarır. Agora Kitaplığı tarafından yeniden basılan Ekotopya’nın tüm eko-kitaplıklarda bulunmasını hararetle tavsiye ederim.
Yeni yorum gönder