Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri üzerine eleştiri

Semih Gümüş
Can Yayınları

Roman eleştirisi yeterince okunmazken eleştiri üstüne eleştiri kim için olur ki? Bu benim sorum değil, edebiyat eleştirimizin usta isimlerinden Semih Gümüş’ün. Sorunun cevabı ondan geliyor yine: “Eleştirinin kendisi için elbette. Orada yaratıcılıkla düşüncenin derinliği, dünyanın merkezindeki potada erimektedir. O olmazsa edebiyatı ekseninde tutmak olanaksızlaşır. Unutmayalım ki, bazen anlayamadıklarımız da bizi hayatta tutan nedenlerdir.”

 

Edebiyat ve eleştiri, hiç şüphesiz eleştirmenler ve yazarlar için hayati, dolayısıyla hayatta kalmanın yolları da çok değerli. Semih Gümüş, son çalışmasına adını da veren bir eleştirel yaklaşımı öneriyor bunun için: Çözümleyici Eleştiri.

 

 

Eleştirinin bir tür olarak yazınsal değerinin olması gerektiğinin altını sıkça çizdiğini biliyoruz Gümüş’ün. Bir metinden yola çıkan eleştirmen, bu metin üzerine yazınsal değeri olan başka bir metin üretmeli, diyor. Çözümleyici eleştirinin başat noktalarından biri bu. Görevci bir anlayışla yapılan ve eleştirilen yapıtı yukarıda bir yerlerde duran bir özne olarak ele alıp, eleştiriyi ve edebiyatı da onun nesnesi olarak gören yaklaşımın ömrü kısalığına işaret ediyor öncelikle Gümüş. Bir nesnenin ömrü ne olabilir ki? Ve kendi başına okunabilecek niteliğe kavuşamazsa eğer eleştirinin nesne olmaktan kurtulması mümkün değildir. Öyleyse eleştiri, ancak edebiyatın nesnesi olmaktan kurtulup içinden çıktığı yapıtlarla aynı düzeyde, bir özneye dönüşmelidir ki kalıcılığını da, anlamını da yitirmesin…

 

Peki bunu nasıl yapacak eleştiri? Ele aldığı yapıtın derinliklerini dile getirmek, konuşmak; kısacası okuma dediğimiz şeyin en yüksek düzeydeki biçimine ulaşarak. “Hem yazısal bir metnin anlamlarını oluşturan dokuyu bütün öğelerine ayrıştırarak yüksek düzeyli bir soyutlama edimi içinde kendini yaratır eleştiri ve böylece bir yazınsal metni oluşturan yapıyı bozup yeniden kurarak ortaya çıkar hem de yazınsal metinden büsbütün bağımsız ama yazınsal anlamlar üstüne yeni bir anlam dizgesi kurarak.”


Türk edebiyatının eleştiri geleneğiyle Batı edebiyatındaki eleştirel yaklaşımları kurcalayarak ‘çözümleyici eleştiri'sini açarken Türk edebiyatına da ciddi bir eleştiri yöneltiyor Semih Gümüş: Yazdıklarının poetikasını yaratmakla ilgilenmeyenlerin edebiyatı, diyor; okumakla sorunu olan yazarların edebiyatı… Evet sorun hep söylenegeldiği gibi eleştiriden yoksunluk. Ama burada bir yanlış anlamanın altı da çiziliyor. “Çoğunluğun anladığı anlamda değil de, edebiyatımızı oluşturan yazarların ve şairlerin, onları ayakta tutan etkin okurların, dolayısıyla şimdiki edebiyat kültürümüzün bütününde var olan eleştiri eksiği anlamında.” Başkalarının yapıtlarını da, edebiyat üzerine eleştiriyi de okumayan yazarlarımıza yöneltiyor eleştirisini. Son yıllara damgasını vuran ‘çok roman, az edebiyat’, tartışmasının da çerçevesini çıkarıyor aslında bu tespitiyle yazar. “Eleştiriyle kurduğu ilişki, yazarın edebiyatla kurduğu ilişkiyi” de anlatıyor çünkü.

Ve çözümleyici eleştiri ekseninde Türk ve dünya edebiyatından yazarlar ve yapıtları üzerine düşüncesini derinleştiriyor Semih Gümüş. Çözümleyici eleştiriyi benimsemeniz elbette ki gerekmez, ancak Gümüş’ün daha önce çeşitli dergilerde yayımlanmış yazılarını bir araya getirdiği bu kitabın sayfaları arasında gezindikçe, edebiyat ne işe yarar sorusunun yanıtını bulacağınız kesin. Hayattan uzaklaşıp edebiyata daha çok yaklaşmanın korkulacak bir şey olmadığı, hayatı koruyabilen bir şey olarak edebiyatı içselleştirip kavramanın sonsuz bir özgürlük duygusu verebileceğinin vaadi… Çözümleyici Eleştiri bu vaadi kesinlikle içeriyor.   

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.