“Her bir penceresi ve her bir kapısı ardına kadar açık bütün Ev dev, aç bir ağızdı şimdi, derin nefeslerle içine çekip geceyi, buyur ediyordu misafirleri, hoş geldiniz ve bütün gizli odalar, mahzendeki bütün sandıklar, tavan arasındaki bütün oyuklar karanlık bir kıyamet içinde titriyordu sanki! Timothy kanlı canlı bir gargoyl gibi pencereden dışarı sarkarken, kabir tozundan, örümcek ağından, kanatlardan, Ekim yapraklarından ve mezarlık çiçeklerinden oluşan muazzam bir donanma gelip çattı çatıların üzerine şiddetle ve tepelerin etrafını saran topraklarda gölgeler hızla aştılar yolları ve geçtiler ormanın içinden, uluyarak gökteki aya.”
Bilimkurgu ve fantastik edebiyatın babalarından olan Ray Bradbury’nin, psikanalizde evin benliği temsil ettiğini bilmemesi mümkün mü? Ya da bilmek şöyle dursun, sezmemesi… Yok, mümkün değil elbette. Yoksa fantezinin karanlık topraklarına basarken, kabuslarla dolu, gotik bir eve dönüş hikayesi neden yazsın? Ev benliğin kendisidir ve oradan yaratıcı bir şeyler çıkarmak isteyen insan önce onun gizli odalarına, mahzenlerinde duran tabutların içindekilere, binyılların tozlu mumyalarına ve tavan arasındaki hayaletlere bir göz atmak zorundadır. Göz atmak ne kelime, onlarla bir olmak, onların kendisi olduğunu anlamak durumundadır… “Kim harlandırıp yüreğinde ateşi, kıyametini büyütmezse ve hesaplaşmazsa kendiyle, ateşten kurtulamayacaktır.”
Edebiyata Fahrenheit 451 gibi bir distopya klasiği kazandıran Bradbury yirmili yaşlarında yazar Eve Dönüş'ü. Kimilerine göre otobiyografik özellikler taşır bu metin, bir çocuğun mutlu bir ailenin içinde bile kendini farklı hissetmesinin hikayesidir. Fena halde yanılmaktadırlar, baştan söyleyeyim... Bir metafor içeriyorsa eğer bu hortlak hikayesi, olsa olsa bilinç ve yaratıcılıkla ilgili bir metafordur bu. Kahramanımız on yaşındaki Timothy sıradan bir insan çocuğudur, hiç de sıradan olmayan bir evin içinde yaşayan ve karanlığa doğru sıradan olmamak için yakaran: “Lütfen, lütfen ben de onlar gibi olayım, yakında buraya gelecekler gibi, hiç yaşlanmayan, hiç ölmeyen, dediklerine göre, ne olursa olsun ölemeyenler ya da belki de çok uzun zaman önce ölenler gibi (…), oysa ben bir hiçim, duvarlardan geçip ağaçlarda yaşayanlar ya da on-yedi-yıl-yağmurları onları çıkarana kadar toprağın altında kalanlar veya sürüler halinde koşanlar gibi değilim, lütfen ben de onlar gibi olayım!” Karanlıkların içinden annesi duyar Timothy’nin sesini. Bir yolu olmalı mutlaka der, dur bakalım, der…Ve başlasın artık diye haykırır; başla, der, başlatır. Cadılar gelir, evi işgal ederler, kahramanımıza başka ruhların, bedenlerin içine girmeyi öğretirler, ilk kanatlarını çıkarma ve uçma dersini verirler. Ancak gecenin sonunda alacağı ders bellidir Timothy’nin, karanlığı ve geceyi özlese de, ışığı ve güneşi de sevmektedir. Bilinçaltının büyüleyici ve korkunç ailesine karşın bilinçüstünde hep ölümlü ve acizdir.
Yaratıcı insanın yazgısıdır Eve Dönüş'te kaleme alınan; bir ayağı güneşte, bir ayağı karanlıkların içinde ve ruhu hep gölgedeyken, yaşamla ölüm arasına sanatı, edebiyatı koyan insan yazgısı... İşte bu yüzden içimi yakmakta bu hortlak hikayesi, en az korkuttuğu kadar hüzünlendirmekte. Ve umutsuzlukla birlikte yüreğime umut koymakta... Okursanız eğer aynı şey sizin de başınıza gelebilir.
(Manşette yer alan görsel çalışma Suzanne Gysin'e aittir.)
Yeni yorum gönder