Dünya değişti… Bütünüyle hissediyoruz, bütünüyle kuşkuluyuz, bütünüyle huzursuzuz… Avcı-toplayıcıydık bir zamanlar, doğaydık, doğanın kendisiydik, sonra bir şeyler harekete geçti içimizde, toprağı keşfettik, ona bağlandık, bağlandıkça benlik bilincimiz de gelişti, ayrıştık sonra, çoğaldık, evrimleştik işte diğer bir deyişle… Doğadan, topraktan kopmak için nice savaşlar verdik, koskoca bir medeniyetler silsilesi yarattık. Uygarlıkla yok ettiklerimizin tamamen farkındayız şimdi, yarattığımızın ise ne olduğunu pek bilmiyoruz ama… Teknolojiyle koyun koyunayız ya koynumuzdakinin yılan mı yoksa bir kurtuluş habercisi mi olduğuna bir türlü karar veremiyoruz. Kuşku duymakta o kadar ileri gittik ki, onu yeni çağın felsefesi haline getirdik, simülakrlar ve simülasyon dedik, daha da uzaklara gittik… Bazılarımızsa geriye dönüş yolları arıyor, doğayla yeniden bütünleşmenin yollarını, kaynakları tüketmekten vazgeçmeye, toprağa yeniden dönmeye, daha gerisinde de vahşi av hayatı belki, peki ya onun da gerisinde… Henüz bilemiyoruz.., Bazıları ise ne dönüş var diyor, ne de çıkış, düpedüz kaybettik! Ama bir de ara yollar var tabii. Bir nevi teknolojik ehlileşme. Akla yatkın gibi görünüyor, onca çabayı çöpe atmaktansa ondan faydalanmak, ona boyun eğmeden gerçek bir araç olarak kullanmak. Teknolojik sistem, bugünkü sistemi yıkacak, savaşa ve tüketime yatırılan para biliminsanlarına ve bereketli doğaya yatırılacak ve nihayetinde para ortadan kalkacak. İmkansız mı? Önerme önermedir, sonu değilse de bir başlangıç noktasını işaret eder en azından, şüpheli ve huzursuz oturtmaktansa yeniden yollara çıkarır, yolculuğu başlatır, kim bilir…
Başta da dediğim gibi öylesine huzursuz ve şüpheliyiz ki, türlü felaket senaryoları yazmaktan da okumaktan da bir türlü usanmıyoruz. Güzel mavi dünyamıza göktaşı çarptırmak bizde, virüs salgınlarıyla dünya nüfusunun yüzde doksanını yok etmek bizde, nükleer felaketler, dünya savaşları ve şimdi bir de teknolojik felaketler üretmek bizde… Belli ki içten içe varlığımızla sonuna kadar doldurduğumuz bu dünyayı, bu yaşamı, bu sistemi öyle ya da böyle yıkmak istiyoruz…
Karl Olsberg’in “Sistem” adlı kitabı felaket tahayyülleri katarının sonundaki felakete dair yazılmış bir roman. Kendi varlığını devam ettirebilmek için insanlığı tehdit eden bir yapay zekanın, dev bir internet virüsünün hikayesi. Kulağa iyi yazılmışsa eğer sürükleyici olabilecek sıradan bir hikaye gibi geliyor, biliyorum. Ama felaket senaryolarında aldığımız yolu, gelecekte yürüyebileceğimiz yolu, geliştirdiğimiz değişim sancılarını açık eden bir kitap olduğu için yer alıyor bu sayfalarda.
Hikayeden söz edeyim biraz. Kahramanımız Mark Helius. Alman bir yazılım şirketinin kurucusu ve patronu. Deyim yerindeyse orta-üst sınıf burjuva hayatında başarıyla tutunmaya çalışan, geleceğin ileri kapitalist patron adayı. Ancak onu kocaman bir sorunla burun buruna geldiği bir anda tanışıyoruz. Şirketin yaratıcısı olduğu DINA adlı program tuhaf hatalar vermekte ve bu hatalar Mark’a iflas olarak geri dönmek üzere. İlerleyen zaman ise durumu daha da çetrefilleştirmeye gebe. DINA’nın yaratıcısı, Mark’ın yakın dostu ve ortağı Ludger garip bir cinayete kurban gidecek, hemen ardından gelen diğer ölüm Mark’ı baş zanlı yapacak, bu arada evliliği de şirketin geleceği de tamamen tehlikeye girecek… Bu macerada Mark’ın iki garip eşlikçisi var: Biri üç ay önce hırsızlık yaptığı şüphesiyle işten kovduğu yazılımcı Lisa ve onun katil olmadığına başından beri inanan komiser Unger. Mark polisten yakayı sıyırıp cinayetlerin sırrını çözmeye çalışıyor çalışmasına ama ortaya çıkardığı her gerçek onu inanılmaz bir sonuca doğru getiriyor. İnternet ortamına kendi elleriyle saldığı DINA’nın Bir Uzay Efsanesi 2001’deki HALL misali kötücül bir yapay zeka olarak gelişmesi ve başta kendisi olmak üzere tüm dünyanın canına kastetmesi. Kaosa sürüklenen şehirler, düşen uçaklar, birbirine giren iletişim sistemleri, yolundan çıkan uydular, batan borsalar ve bankalar… En ufak bir sapmada teknolojiye karşı aslında nasıl savunmasız olduğumuzun, onu nasıl da tam anlamıyla kavrayamadığımızın göstergesi hepsi ve en önemlisi ona ne kadar bağlandığımızın… Peki kahramanımız Mark dünyayı kurtarıyor mu diyeceksiniz, bu tür hikayelerde hep olduğu üzere evet, ama daha tahmin edilemez, daha barışçıl biçimde.
Akıcı bir dille yazılmış, türden beklediğimiz tempoyu karşılayan, karakterleri havada kalmamış, atmosferi de hikayesine hizmet eden son derece eli yüzü düzgün bir roman diyebilirim “Sistem” için. Ancak onu diğer örneklerinden ayıran sonu oluyor. Karl Olsberg, dünyanın geleceğine dair, polisiye-macera türünün penceresinden, yeni yeni şekillenmeye başlayan bir önerme sunuyor. Evet biraz fazla kaba hatlı, biraz fazla Amerikanvari ve çok da derinlikli değil. Ama Olsberg, hikayesini meramını anlatmak üzere kullanmayı biliyor.
Tüm felaketleri barışçıl yollarla çözeceğimiz günlerin çok yakında olması umuduyla…
Yeni yorum gönder